Yaşamak ve ölmek; insana dair birbirini tamamlayan iki yol…
Bu yollar birbirine o kadar bağlı ki ancak birlikte olduklarında bir menzilleri
olabiliyor. Yaşamın iki uç noktasını tanımlayan bu yollar zamansal olarak olmasa
da özsel olarak bir olmak zorunda. Yokluk anlamında tanımlayabileceğimiz ölüm yolun
başlangıcı, yol yoklukta başlıyor ve yokluğa ulaşıyor; menzil ise hep yokluk
oldu. Biyolojik olarak açıklayabildiğimizi sandığımız ancak ontolojik olarak
anlayamadığımız ya da anlamlandıramadığımız yaşam yokluğun var olmayan
karanlığının içinden gelmektedir. Gizemi de insanı ürküten çekiciliği de yaşamın
nereden geldiği bilinmeyen başlangıcı ile nereye gittiği belli olmayan sonunda aranmalıdır.
Ben bir hekimim, mesleğimin temel amacı insanların hayatlarını kısaltan hastalıklarla mücadele etmektir. Dolayısıyla hayatım boyunca ölümle çok karşılaştım. Yaşam için mücadele edenler için ölüm günlük hayatın bir parçası haline gelir. Uzmanlık alanım gereği ölüm karşıma sadece bireysel değil, toplumsal düzlemde de defalarca çıktı. Binlerce kişinin ölüm istatistikleri üzerinden yaptığım çalışmalarda sadece sayılara değil insanların en sevdiklerinin yaşamlarına tanıklık ettim.
Bundan bir ay önce ölümlerden biri, diğerlerinde olduğundan çok daha yakınımda oldu. O kadar ki ölüm vaktine kadar beraber yürüdük, ardından karşımıza bir kapı çıktı onu içeri aldılar, beni orada kendi başıma bıraktılar.
Sonra, sonrası bir muamma… Birileri o kapının önünden çekti beni ve etrafımı henüz bu tarafta olanlar sardı. Geriye kalan boş bedeni aldılar, yıkadılar, aklayıp pakladıktan sonra o bembeyaz masum vücudu sagularla, dualarla bezenmiş törenle uğurladırlar. Ve ardında kalanlar onun son nefesini verdiği mağaraya döndüler, yedi gün boyunca peşi sıra dualar yolladılar göz yaşlarının arasından, yoklukta onunla birlikte olsun diye…
Bütün bu hengâme birden babamın evde nefes darlığı ile çırpınmasıyla başladı. Ben ne olduğunu anlayana kadar bir ambulans onu gözümün önünde alıp sonucu olamayacak bir müdahalenin yapılacağı soğuk bir hastane odasına taşıdı… Yanında yürürken kendime itiraf edemesem de bu ambulans bizi ayrılık kapısına götürüyordu. O soğuk odaya girdiğimde vücudunda kalan son gücüyle umutsuzca elimi sıkmaya çalışıyordu; bir yandan yolun bu tarafına tutunmaya çalışırken diğer yandan yokluk yoluna geçmenin bulanık bilinciyle odadaki tanıdık bir yüzle vedalaşmaya çalışıyordu, bir daha görüşemeyeceğimizi bilerek ve tedirginlikle…
Kapının bu tarafında kalan bizler ise ne olduğunu açıklamaya ya da anlamaya çalışıyorduk. Ben bir açıklama, “Neden?” sorusuna analitik düzlemde verilebilecek yanıt peşindeydim. Hastalığını başından itibaren yakından takip etmiştim. Çok sorunu vardı, onun üzerinde ameliyat geçirmişti. Bir kanserden tedavi olmuş diğeri ile boğuşuyordu. Dizleri hareket etmekte zorlanıyordu. Günlük aktivitelerini birinin yardımı olmadan yerine getiremiyordu. Son 20 gününü hastanelerde geçirmişti. Çok ağır tedaviler almıştı. Ateşlendiği zaman bilincini kaybediyordu. Ancak henüz ölmemesi gerekiyordu. Kanseri ileri evrede değildi, uzak organ metastazı yoktu. Son tedaviye yanıt verecek gibiydi. Hastaneden taburcu olduğunda kan değerleri daha önce görülmemiş düzeyde iyiydi. O gün güzel başlamıştı oysa. Kardeşim ve ben yanındaydık. Sabah kahvaltı yapmıştık. Zorlanmadan yemek yiyebilmişti. Öğleden sonra Torunu gelmişti yanına. Evde misafirler vardı. Yavaş da olsa sohbet etmeye çalışmıştı. Nasılsın diye sorana hep iyiyim diyordu. Çerez yemişti hatta takma dişlerine inat mısır yemişti koçanından. Sonra, sonra gitti…
Daha önce de söylemiştim, ben bir hekimim, üzerine de bilimsel düşünce eğitimi aldım. Olayları materyalist kurallara göre çalışan bir doğal nedensellik zinciri içerisinden açıklamaya çabalarım. Benim açımdan, yaşadığımız her olay daha önce yaşadıklarımızın sonucu, eylemlerimiz de yaşayacaklarımızın nedenidir. Olaylar yalnızca insan aklı tarafından geliştirilmiş yöntemsel bir sistematikle açıklanabilir ve önlenebilir. Başımıza bir şey geliyorsa bunun bir sebebi vardır. Mesele bizim bu olayları açıklayabilme kabiliyetimizde gizlidir. İşte bu bakış açısıyla ben olayın ilk anından itibaren ve sonraki dua seremonileri içerisinde tek bir soruyla ilgilendim; neden? Bulabildin mi derseniz? Bulamadım! Çünkü doğru yanıtları verebilecek kanıtlar elimde yoktu. Bir yerde bir eksiğimiz olmuştu ve biz bunu görememiştik…
Bu açıklama çabasının ve yeterli kanıt olmadığından yanıtlanamayan soruların benim ruhuma ne faydası oldu derseniz. Hiçbir faydası olmadı. Bilakis yaşadığım yas duygusu üzerine huzursuzluk ağırlığını yükledi. Hekim olduğum için Babamın tıbbi süreçleriyle yakından ilgilenmiş, tedavi seçimiyle ilgili kararların sorumluluğunu almıştım. Bilenler çok iyi bilir ki bir hastalığı ve özellikle de kanser gibi bir hastalığı tedavi etmek için çabalıyorsanız önünüzde birden fazla yol vardır ve hepsinin de birçok çıkmazı bulunmaktadır. Sonuç iyi olursa sorun yok yalnız istediğiniz sonuca ulaşamazsanız aklınızda hep aynı soru; acaba? Oysa bu sorunun sorana hiç faydası yoktur; çünkü gerçeği bulmanız imkânsız gibidir. Eğer ulaşabilirseniz daha da kötü; muhtemelen gerçek sizi incitecektir. Ruhunuzu gerçekle karşılaştığınızda incinmeyecek şekilde terbiye edemediyseniz eğer, karşına çıkmaya cesaret etmeyin…
Açıklama size bir yarar sağlamıyorsa neye ihtiyacınız var? Anlam aramaya… Anlam, yaşadığınız olay karşısında ne hissetmek istiyorsanız o duyguyu eksiksiz bir şekilde size sunacaktır. Anlamın kanıta ihtiyacı yoktur, mantıksal akıl yürütmeniz gerekmez. Anlam akılsal değil duygusaldır ve mekânı inançlarınızdır. İçerisinde bilinmezlik yani yokluk yoktur. Tek yol vardır ve başı sonu bellidir, nereden geldiğinize de nereye gittiğinize de şeksiz şüphesiz inanırsınız. Her şeyin her olayın mutlak bir faali bulunmaktadır. Başımıza gelenler o faalin takdiri ve kudretinin sonucudur. İnsan bu yolda irade ve kudret sahibi değildir. Elbette dünya üzerinde kendine verilen vazifeyi yerine getirmek için çabalamalıdır ancak bilmelidir ki çabanın sonucu da kudret sahibinin iradesine bağlıdır. İnsana düşen elinden geleni yapmak ama çıkan sonuçlara da boyun eğmektir. Zira sonuç başından itibaren yazgıdadır. İnsanın çabası ya da akıl sahiplerinin doğa dedikleri her şey iradenin belirlediği bir kaderdir. Kader ancak iradenin takdiri ile kendine yol bulabilir. Filozofların nedensellik dediği şey burada Tanrının iradesi ve kudretidir…
Son bir aydır yaşadığım ve neden sonuç ilişkilerini açıklayamadığım için huzur bulamadığım bu olay karşısında gördüğüm gerçeklik, insanların yaşamın karşısında açıklamanın soğuk tedirginliği yerine anlamın sıcak karanlığına sığınmış olmasıdır. Anlam etrafındaki herkesi dışarıdaki çetin dalgalardan koruyan huzur dolu bir liman olmuştur. Hepimizin gideceği yer aynıdır. Hastalık Tanrı’nın verdiği bir bahanedir, kaçınmak mümkün değildir. Yapılacak tek şey vardır, teslim olmak. Zaten ilk andan itibaren de yoğun bir dua ritüeliyle teslimiyet yarışı başladı ki o yarış aramızdan ayrılanı çoktan unutturmuştu. Babam artık çok uzaklardaydı ve ne o bizi duyabilirdi ne de dualarımız ona ulaşacak kadar yükseklere ulaşabilirdi. Galiba anlam arayan için bunun pek de önemi yoktu, o yeni duruma uyum sağlamaya ve kalanlarla yaşamaya hazırlanıyordu…
İki farklı düşünce ve iki farklı toplumla yüzleştim babama veda ederken. Biri yaşadıklarını açıklamaya çalışan ve olayın sorumluluğunu üzerine alan diğeri ise yaşadıklarına anlam katmaya çalışan ancak sorumluluğu bilinmezliğe yükleyen... Biri nesnel dünyanın içerisinde bulmaya çalıştığı kanıtların arasındaki bilinmezlikle yüzleşmeye çalışırken, diğeri gerçekliği umursamadan sahip olduğuna inandığı hakikatin huzuruyla karşılıyordu yaşadıklarını. Biri bulamayacağını bilse de hakikatini aramak zorunda hissediyordu, diğerine hakikat bilinmezlikten seçilmiş haberciler vasıtasıyla gelmekteydi. Biri entelektüel eğitim alabilmiş çok küçük bir grubu oluştururken diğeri ya çok az entelektüel eğitim almış ya da yalnızca meslek eğitimi almış büyük kitleyi oluşturmaktaydı…
Bu iki grubun içerisinde ben açıklama peşinde koşan ilk grup içinde yer aldım. Grup dediğime bakmayın, asılında açıklama arayanların bir grup olabilecek kadar sayısal çoğunluğa ulaştığını söylemek mümkün değil. Ben orada tek başıma kaldım. Etrafımdaki insanlar, kudret sahibinin iradesi ve kader penceresinden baktığı hastalığı iradenin kaçınılmaz bir tecellisi olarak görmekteydi. “Ölüm er geç her insanın başına gelecektir. Sonunda herkesin gideceği yer orasıdır. Hastalık ise ancak bahanedir. Zaman dolduktan sonra mutlaka bir bahane olacaktır.”
Bu açıklama beni tatmin edemedi. Ben de biliyorum, ölüm üzerinde bir
sözümüz yok ancak zamanı üzerinde söz mümkün ve oldu da… Babam hayatı boyunca
yaşam süresini belirleyen tıbbi müdahalelere maruz kaldı. Örneğin 2018 yılında
kardiyoloji kontrolü sırasında kalp damarlarındaki sorunun saptanmasıyla
yapılan bypass ile prostat kanseri tanısı aldığı dönemde yapılan tüm vücut
tomografi incelemesinde tespit edilen anevrizmaya yapılan müdahale muhtemelen
birkaç yıldan fazla yaşam yılı kazandırdı. Babamın şansı bilimsel tıbbın 21.yüzyıla
kadar ulaştığı başarılarla mümkün olabildi. Bilimsel tıbbın bu noktaya
gelebilmesi binlerce yıllık bilimsel düşüncenin sağladığı birikimle oldu.
Hekimler ilkin hastalıkların kutsal olmadığını, doğal sebeplere bağlı olarak
ortaya çıktığını gördüler. Bu sebeplerin ortaya çıkarılabilmesi için öncelikle
olayların neden sonuç ilişkisi içerisinde açıklanabilecek olgular olarak
tanımlanması gerekliydi. Nedenselliğin yolunda olayların gizemli bir yanı
olmaması herkes tarafından nesnel kriterlerle tanımlanabilmesi ilk koşuldur.
Burada seçilmiş kişilerin rüyalarının ardına saklanmış mutlak hakikatler
yoktur. Yeterli eğitim almış herkesin doğru yöntemsel kurguyla geçerli
açıklamalara ulaştığı mutlak olmayan hakikat yakınlaşmaları mevcuttur. İmanın
gerektirdiği teslimiyet değil şüphenin kutsallığı yüce değerdir. Nihai bir
hakikatinin olamayacağı önermesiyle yola çıkan bilimsel düşünce kendi ürettiği
dahil her bilgiyi sorgulayarak doğayı açıklayabilme üstünlüğüne sahip
olabilmiştir. Bilimin açıklamalarını çok umursamasak da anlamaya çalışmadan yok
saysak da bize sunduğu yaşam konforundan yararlandığımızı yadsıyamayız.
Öte yandan bilimsel düşünce, karşılaştığı sorunların büyük bir kısmını şimdilik açıklayabilme kabiliyetinden yoksun. Böyle olunca açıklanamayan noktalar boşlukta kalıyor. Toplum ise bundan hiç hoşlanmıyor. Hak da vermiyor değilim, bu boşluğu anlayabilmek için iyi bir entelektüel eğitim almış olmak lazım ki o eğitim bizim okullarda verilmiyor. Hâl böyle olunca aldığı eğitim durumundan bağımsız olarak toplumun büyük bir kesimi ne zaman aydınlanacağı belli olmayan karanlıkta kendini anlamın ısıtan güvenine kendini teslim ediyor. O güveni de inancında buluyor. İşin ideolojik ve toplumsal boyutunu bir tarafa koyarsak bireysel olarak iyi de yapıyor. Çünkü iç huzurunu sağlayabiliyor. Anlamın sağladığı cevaplar çok net; ondan geldik, ona dönüyoruz, onda bir olacağız. Yaşadığımız ve yaşayacağımız her şey bu yol için yazılmış bir vesile olabilir ancak… Cevaplarının nereden ve ne zaman çıkacağı belli olmayan sorular ve bu soruların yarattığı huzursuzluk yerine inanmanın ve güvenmenin verdiği ruh dinginliği insanlara çok daha cazip gelmektedir. Aslında bu ruh dinginliğine sahip olmak imrenilesi bir durum, yaşadığınız ne olursa olsun aklınızdaki cevaplar net olunca olayları çok rahat bir şekilde karşılıyorsunuz. Bu durum eğer bireysel vicdan düzleminde kalabilirse mükemmele yakın bir konum. Öte yandan bu açıklama biçimini toplumsal düzleme çekmeye ve düşünce sistemi haline getirirseniz sonuçları hiç beklenildiği gibi olamıyor. Aynı ruh dinginliğini toplumsal düzlemde bulamıyorsunuz. Çünkü gerçekliğe yakınlaşmak anlam verme yoluyla değil açıklama aramaya yoluyla mümkün olabilir. Gerçekliği bireysel olarak görmezden gelebilirsiniz, bedeli o kadar ağır olmayabilir -toplum açısından-, ancak toplumsal düzlemde gerçekliğe gözlerinizi kapatır ve kendinizi ruh dinginliğinin yanılsamasına teslim ederseniz bir yıl önce yaşadığınıza benzer büyük yıkımlarla yüzleşmek durumunda kalırsınız.
Bense ruh dinginliğinin yanılsamasından, sağduyunun yalancı güveninden hep uzak durmaya çalıştım. Ne kadar huzursuzluk verirse versin kendimi olayları nesnel zeminde açıklama çabasının soğuk aydınlığına teslim ettim ve neden sorusunda ısrarcı oldum. Bunun da bir bedeli oldu; doğduğum, büyüdüğüm insanların arasında ayrık otu gibi yalnızlaşma gerçeği ile yüzleşmek durumunda kaldım ki hiç de kolay değildi. Ne diyelim? Gerçeği arama hülyasının bedeli bu olsa gerek…
Ben bir hekimim, mesleğimin temel amacı insanların hayatlarını kısaltan hastalıklarla mücadele etmektir. Dolayısıyla hayatım boyunca ölümle çok karşılaştım. Yaşam için mücadele edenler için ölüm günlük hayatın bir parçası haline gelir. Uzmanlık alanım gereği ölüm karşıma sadece bireysel değil, toplumsal düzlemde de defalarca çıktı. Binlerce kişinin ölüm istatistikleri üzerinden yaptığım çalışmalarda sadece sayılara değil insanların en sevdiklerinin yaşamlarına tanıklık ettim.
Bundan bir ay önce ölümlerden biri, diğerlerinde olduğundan çok daha yakınımda oldu. O kadar ki ölüm vaktine kadar beraber yürüdük, ardından karşımıza bir kapı çıktı onu içeri aldılar, beni orada kendi başıma bıraktılar.
Sonra, sonrası bir muamma… Birileri o kapının önünden çekti beni ve etrafımı henüz bu tarafta olanlar sardı. Geriye kalan boş bedeni aldılar, yıkadılar, aklayıp pakladıktan sonra o bembeyaz masum vücudu sagularla, dualarla bezenmiş törenle uğurladırlar. Ve ardında kalanlar onun son nefesini verdiği mağaraya döndüler, yedi gün boyunca peşi sıra dualar yolladılar göz yaşlarının arasından, yoklukta onunla birlikte olsun diye…
Bütün bu hengâme birden babamın evde nefes darlığı ile çırpınmasıyla başladı. Ben ne olduğunu anlayana kadar bir ambulans onu gözümün önünde alıp sonucu olamayacak bir müdahalenin yapılacağı soğuk bir hastane odasına taşıdı… Yanında yürürken kendime itiraf edemesem de bu ambulans bizi ayrılık kapısına götürüyordu. O soğuk odaya girdiğimde vücudunda kalan son gücüyle umutsuzca elimi sıkmaya çalışıyordu; bir yandan yolun bu tarafına tutunmaya çalışırken diğer yandan yokluk yoluna geçmenin bulanık bilinciyle odadaki tanıdık bir yüzle vedalaşmaya çalışıyordu, bir daha görüşemeyeceğimizi bilerek ve tedirginlikle…
Kapının bu tarafında kalan bizler ise ne olduğunu açıklamaya ya da anlamaya çalışıyorduk. Ben bir açıklama, “Neden?” sorusuna analitik düzlemde verilebilecek yanıt peşindeydim. Hastalığını başından itibaren yakından takip etmiştim. Çok sorunu vardı, onun üzerinde ameliyat geçirmişti. Bir kanserden tedavi olmuş diğeri ile boğuşuyordu. Dizleri hareket etmekte zorlanıyordu. Günlük aktivitelerini birinin yardımı olmadan yerine getiremiyordu. Son 20 gününü hastanelerde geçirmişti. Çok ağır tedaviler almıştı. Ateşlendiği zaman bilincini kaybediyordu. Ancak henüz ölmemesi gerekiyordu. Kanseri ileri evrede değildi, uzak organ metastazı yoktu. Son tedaviye yanıt verecek gibiydi. Hastaneden taburcu olduğunda kan değerleri daha önce görülmemiş düzeyde iyiydi. O gün güzel başlamıştı oysa. Kardeşim ve ben yanındaydık. Sabah kahvaltı yapmıştık. Zorlanmadan yemek yiyebilmişti. Öğleden sonra Torunu gelmişti yanına. Evde misafirler vardı. Yavaş da olsa sohbet etmeye çalışmıştı. Nasılsın diye sorana hep iyiyim diyordu. Çerez yemişti hatta takma dişlerine inat mısır yemişti koçanından. Sonra, sonra gitti…
Daha önce de söylemiştim, ben bir hekimim, üzerine de bilimsel düşünce eğitimi aldım. Olayları materyalist kurallara göre çalışan bir doğal nedensellik zinciri içerisinden açıklamaya çabalarım. Benim açımdan, yaşadığımız her olay daha önce yaşadıklarımızın sonucu, eylemlerimiz de yaşayacaklarımızın nedenidir. Olaylar yalnızca insan aklı tarafından geliştirilmiş yöntemsel bir sistematikle açıklanabilir ve önlenebilir. Başımıza bir şey geliyorsa bunun bir sebebi vardır. Mesele bizim bu olayları açıklayabilme kabiliyetimizde gizlidir. İşte bu bakış açısıyla ben olayın ilk anından itibaren ve sonraki dua seremonileri içerisinde tek bir soruyla ilgilendim; neden? Bulabildin mi derseniz? Bulamadım! Çünkü doğru yanıtları verebilecek kanıtlar elimde yoktu. Bir yerde bir eksiğimiz olmuştu ve biz bunu görememiştik…
Bu açıklama çabasının ve yeterli kanıt olmadığından yanıtlanamayan soruların benim ruhuma ne faydası oldu derseniz. Hiçbir faydası olmadı. Bilakis yaşadığım yas duygusu üzerine huzursuzluk ağırlığını yükledi. Hekim olduğum için Babamın tıbbi süreçleriyle yakından ilgilenmiş, tedavi seçimiyle ilgili kararların sorumluluğunu almıştım. Bilenler çok iyi bilir ki bir hastalığı ve özellikle de kanser gibi bir hastalığı tedavi etmek için çabalıyorsanız önünüzde birden fazla yol vardır ve hepsinin de birçok çıkmazı bulunmaktadır. Sonuç iyi olursa sorun yok yalnız istediğiniz sonuca ulaşamazsanız aklınızda hep aynı soru; acaba? Oysa bu sorunun sorana hiç faydası yoktur; çünkü gerçeği bulmanız imkânsız gibidir. Eğer ulaşabilirseniz daha da kötü; muhtemelen gerçek sizi incitecektir. Ruhunuzu gerçekle karşılaştığınızda incinmeyecek şekilde terbiye edemediyseniz eğer, karşına çıkmaya cesaret etmeyin…
Açıklama size bir yarar sağlamıyorsa neye ihtiyacınız var? Anlam aramaya… Anlam, yaşadığınız olay karşısında ne hissetmek istiyorsanız o duyguyu eksiksiz bir şekilde size sunacaktır. Anlamın kanıta ihtiyacı yoktur, mantıksal akıl yürütmeniz gerekmez. Anlam akılsal değil duygusaldır ve mekânı inançlarınızdır. İçerisinde bilinmezlik yani yokluk yoktur. Tek yol vardır ve başı sonu bellidir, nereden geldiğinize de nereye gittiğinize de şeksiz şüphesiz inanırsınız. Her şeyin her olayın mutlak bir faali bulunmaktadır. Başımıza gelenler o faalin takdiri ve kudretinin sonucudur. İnsan bu yolda irade ve kudret sahibi değildir. Elbette dünya üzerinde kendine verilen vazifeyi yerine getirmek için çabalamalıdır ancak bilmelidir ki çabanın sonucu da kudret sahibinin iradesine bağlıdır. İnsana düşen elinden geleni yapmak ama çıkan sonuçlara da boyun eğmektir. Zira sonuç başından itibaren yazgıdadır. İnsanın çabası ya da akıl sahiplerinin doğa dedikleri her şey iradenin belirlediği bir kaderdir. Kader ancak iradenin takdiri ile kendine yol bulabilir. Filozofların nedensellik dediği şey burada Tanrının iradesi ve kudretidir…
Son bir aydır yaşadığım ve neden sonuç ilişkilerini açıklayamadığım için huzur bulamadığım bu olay karşısında gördüğüm gerçeklik, insanların yaşamın karşısında açıklamanın soğuk tedirginliği yerine anlamın sıcak karanlığına sığınmış olmasıdır. Anlam etrafındaki herkesi dışarıdaki çetin dalgalardan koruyan huzur dolu bir liman olmuştur. Hepimizin gideceği yer aynıdır. Hastalık Tanrı’nın verdiği bir bahanedir, kaçınmak mümkün değildir. Yapılacak tek şey vardır, teslim olmak. Zaten ilk andan itibaren de yoğun bir dua ritüeliyle teslimiyet yarışı başladı ki o yarış aramızdan ayrılanı çoktan unutturmuştu. Babam artık çok uzaklardaydı ve ne o bizi duyabilirdi ne de dualarımız ona ulaşacak kadar yükseklere ulaşabilirdi. Galiba anlam arayan için bunun pek de önemi yoktu, o yeni duruma uyum sağlamaya ve kalanlarla yaşamaya hazırlanıyordu…
İki farklı düşünce ve iki farklı toplumla yüzleştim babama veda ederken. Biri yaşadıklarını açıklamaya çalışan ve olayın sorumluluğunu üzerine alan diğeri ise yaşadıklarına anlam katmaya çalışan ancak sorumluluğu bilinmezliğe yükleyen... Biri nesnel dünyanın içerisinde bulmaya çalıştığı kanıtların arasındaki bilinmezlikle yüzleşmeye çalışırken, diğeri gerçekliği umursamadan sahip olduğuna inandığı hakikatin huzuruyla karşılıyordu yaşadıklarını. Biri bulamayacağını bilse de hakikatini aramak zorunda hissediyordu, diğerine hakikat bilinmezlikten seçilmiş haberciler vasıtasıyla gelmekteydi. Biri entelektüel eğitim alabilmiş çok küçük bir grubu oluştururken diğeri ya çok az entelektüel eğitim almış ya da yalnızca meslek eğitimi almış büyük kitleyi oluşturmaktaydı…
Bu iki grubun içerisinde ben açıklama peşinde koşan ilk grup içinde yer aldım. Grup dediğime bakmayın, asılında açıklama arayanların bir grup olabilecek kadar sayısal çoğunluğa ulaştığını söylemek mümkün değil. Ben orada tek başıma kaldım. Etrafımdaki insanlar, kudret sahibinin iradesi ve kader penceresinden baktığı hastalığı iradenin kaçınılmaz bir tecellisi olarak görmekteydi. “Ölüm er geç her insanın başına gelecektir. Sonunda herkesin gideceği yer orasıdır. Hastalık ise ancak bahanedir. Zaman dolduktan sonra mutlaka bir bahane olacaktır.”
Öte yandan bilimsel düşünce, karşılaştığı sorunların büyük bir kısmını şimdilik açıklayabilme kabiliyetinden yoksun. Böyle olunca açıklanamayan noktalar boşlukta kalıyor. Toplum ise bundan hiç hoşlanmıyor. Hak da vermiyor değilim, bu boşluğu anlayabilmek için iyi bir entelektüel eğitim almış olmak lazım ki o eğitim bizim okullarda verilmiyor. Hâl böyle olunca aldığı eğitim durumundan bağımsız olarak toplumun büyük bir kesimi ne zaman aydınlanacağı belli olmayan karanlıkta kendini anlamın ısıtan güvenine kendini teslim ediyor. O güveni de inancında buluyor. İşin ideolojik ve toplumsal boyutunu bir tarafa koyarsak bireysel olarak iyi de yapıyor. Çünkü iç huzurunu sağlayabiliyor. Anlamın sağladığı cevaplar çok net; ondan geldik, ona dönüyoruz, onda bir olacağız. Yaşadığımız ve yaşayacağımız her şey bu yol için yazılmış bir vesile olabilir ancak… Cevaplarının nereden ve ne zaman çıkacağı belli olmayan sorular ve bu soruların yarattığı huzursuzluk yerine inanmanın ve güvenmenin verdiği ruh dinginliği insanlara çok daha cazip gelmektedir. Aslında bu ruh dinginliğine sahip olmak imrenilesi bir durum, yaşadığınız ne olursa olsun aklınızdaki cevaplar net olunca olayları çok rahat bir şekilde karşılıyorsunuz. Bu durum eğer bireysel vicdan düzleminde kalabilirse mükemmele yakın bir konum. Öte yandan bu açıklama biçimini toplumsal düzleme çekmeye ve düşünce sistemi haline getirirseniz sonuçları hiç beklenildiği gibi olamıyor. Aynı ruh dinginliğini toplumsal düzlemde bulamıyorsunuz. Çünkü gerçekliğe yakınlaşmak anlam verme yoluyla değil açıklama aramaya yoluyla mümkün olabilir. Gerçekliği bireysel olarak görmezden gelebilirsiniz, bedeli o kadar ağır olmayabilir -toplum açısından-, ancak toplumsal düzlemde gerçekliğe gözlerinizi kapatır ve kendinizi ruh dinginliğinin yanılsamasına teslim ederseniz bir yıl önce yaşadığınıza benzer büyük yıkımlarla yüzleşmek durumunda kalırsınız.
Bense ruh dinginliğinin yanılsamasından, sağduyunun yalancı güveninden hep uzak durmaya çalıştım. Ne kadar huzursuzluk verirse versin kendimi olayları nesnel zeminde açıklama çabasının soğuk aydınlığına teslim ettim ve neden sorusunda ısrarcı oldum. Bunun da bir bedeli oldu; doğduğum, büyüdüğüm insanların arasında ayrık otu gibi yalnızlaşma gerçeği ile yüzleşmek durumunda kaldım ki hiç de kolay değildi. Ne diyelim? Gerçeği arama hülyasının bedeli bu olsa gerek…
Babama dönersek; annemle birlikte benim hem biyolojik hem de sosyal nedenselliğim oldu. Özellikle babamın hiç hoşuna gitmemiş olsa da ayrık otu olan ben varlığımı onların tercihlerine borçluyum. Babamın tercih imkânı olabilseydi eğer, beni istemezdi. O, kendisi gibi düşünen, inanan ve yaşayan bir insan olmamı isterdi. Aramızdaki tek farkın ekonomik pozisyonumuzda olmasını hayal etti ve o yüzden tıp fakültesine yöneltti beni. Babam devlet memuru olarak çok fazla ekonomik sıkıntı çekti ve hayal ettiklerinden mahrum kaldı. Oysa ben ona rağmen gölgesinin dışına savruldum ve bence bu durum açık ara bir anne ve babanın en büyük zaferi olmalıdır; yavrusunu gölgesinin dışına savurabilmek... Yaşamım boyunca beni gölgelerinin dışına savurabildikleri için her ikisine de minnettar kalacağım, her ne kadar o bundan hiç memnun olmasa da…
Coşkun Bakar, Hekim, Halk Sağlığı Uzmanı, Prof.Dr.
Başınız sağ olsun.Hocam söylenecek söz kalmıyor
YanıtlaSilSabır ve Sükünet
Harika bir yazıydı.
Zihninize sağlık. paylaşımınız için teşekkür ederim.
YanıtlaSilTıp eğitiminin en büyük eksikliğinin karşı durmaya çalıştığı ölüm hakkında yeterli donanımı hekime vermemesi düşüncesini taşıyorum. Yazınız bu pencereden bakınca çok güzel. Öğrencileriniz ile ölümü konuşmanız ve aktarmanızın çok kıymetli olduğunu düşünüyorum.
Sevgili aileniz ve size sabırlar dilerim.
Dr. Zafer Atasoy
Allah rahmet eylesin, güzel yazı olmuş, Allah sabır versin.
YanıtlaSil"... ölüm vaktine kadar beraber yürüdük, ardından karşımıza bir kapı çıktı onu içeri aldılar, beni orada kendi başıma bıraktılar." ah hocam, bu cümleniz beni mahvetti. Nakavt ettiniz. Babacığınızın son kahvaltısı, mısır yemesi, mutluluğu gözümde canlandı. Başınız sağ olsun
YanıtlaSilBir yanıyla çok öznel bir yanıyla da herkesin okuması gereken bir yazı. Yüreğin ve aklına sağlık. Alakarga için çaldım...
YanıtlaSilYıllarca aradım kendi kendimi
YanıtlaSilHiçbi' türlü bulamadım ben beni
Hayal miyim, rüya mı bilinmez
Hiçbi' türlü bulamadım ben beni
Hiçbi' türlü bulamadım ben beni
Leyla mıyım, Mecnun muyum, çöl müyüm?
Arı mıyım, çiçek miyim, bal mıyım?
Köle miyim, bir güzele kul muyum?
Hiçbi' türlü bulamadım ben beni
Hiçbi' türlü bulamadım ben beni
Varlığım, yokluğum bir, Veysel adım
Kalacaktım gök kubbede ses kadim
53 yıl kendi kendimi aradım
Hiçbi' türlü bulamadım ben beni
Aşık Veysel Çatıroğlu
Başınız sağ olsun hocam. Bize sorgulamayı ve ''Neden'' sorusunu hiç aklımızdan çıkarmamamız gerektiğini öğrettiniz için çok teşekkür ederim.Çok zor bir durum yaşadığınız kelimeler kifayetsiz kalır.''İmanın gerektirdiği teslimiyet değil şüphenin kutsallığı yüce değerdir.'', yazınızın bu cümlesi benim için çok anlamlıydı.İyi ki sizin gibi bir hocamız olmuş, çok şanslıydık. Tekrardan başınız sağ olsun, sabır dilerim.Deniz Özlem Mertoğlu(Şanlıtürk)
YanıtlaSil