“Dünyayı gözlemlemenin eski yolları artık söz konusu değildir ve analiz
yoluyla karar vermenin yeni bir temeli atılana kadar ilerleme de olanaksızdır.
Comte’un reçetesi pozitivizmdir. Pozitivizm bir tarih yorumu, bir bilgi
teorisi, bilimlerin bir sınıflandırması, sosyoloji adında yeni bir bilginin
yaratımı, yeni bir etiğin inşası ve insanlığa hizmete dayanan yeni bir dindir.”
Kaynak: Charles D. Cashdollar. Pozitivizm (36) (Çev.Tuğçe Ayteş). Gary B. Ferngren (Editör). Batı Geleneğinde Bilim ve Din Tarihi. Say Yayınları. İstanbul; 2016:291-299.
Kaynak: Charles D. Cashdollar. Pozitivizm (36) (Çev.Tuğçe Ayteş). Gary B. Ferngren (Editör). Batı Geleneğinde Bilim ve Din Tarihi. Say Yayınları. İstanbul; 2016:291-299.
İnsan yaşamının ne olduğu üzerine akıl yürütmeye çabalasam, öncelikle aklıma ilk nefesten son nefese sürüp giden bir değişim rüzgârı olduğu gelirdi herhalde. İnsan yavrusu, anbean yaşadığı biyolojik değişim akıntısının ilk anlarında, bilmediği ve seçemediği, inanç temelli kültür kodlarının içinde açar gözlerini. Ancak, kendisine sunulan vakit içerisinde öğrendikleri ve deneyimleri sayesinde bu kodları sorgulayabilme hatta yenileyebilme istencine sahip olabilmektedir. Böylece içine doğduğu fiziksel ve sosyal ortamı sorgulama ve değiştirebilme ayrıcalığına sahip bir tür olabilmiştir. Aslına bakılırsa evrende tanrılara has bir özellik gibi görülen bu istenç, ay altı alemde insana da bahşedilmiştir. Böylece insan bireysel alanda inançlarını, düşüncelerini ve de yaşam tarzını sorgulayıp değiştirebilme yetisine sahip olurken; bu gücünü toplumsal yaşam alanına da yansıtabilmektedir. İlk sayfaları kaybolmuş, son sayfaları henüz yazılmamış insanlık tarihi kitabına göz attığınızda, bir zamanlar değişmez sanılan inanç ve kültürleri betimleyen sözcüklere rastlayabilirsiniz.
Mukaddimesini yaptığım bu yazının gayesi, Çanakkale Altın Yıllar Yaşam Merkezinde üç yıldır devam eden “Düşünce Tarihi” söyleşileri esnasında; doğayı açıklamak, anlamak hatta anlamlandırmak amacıyla katı bir pozitivist paradigma alanında güven içinde yaşadığım illüzyonuna kapılmış giderken, aklımın başka bir yerinde yaşama, metafizik hatta mitsel anlam yükleyen alanlar gelişiyordu ve bu gerçekle yüzleşmek durumunda kalıyordum.
Yazıya devam etmeden okuyucuya bazı uyarılarda bulunmak istiyorum. Her ne kadar paradigma terimini kullansam da Kuhn’cu anlamda bireysel paradigma değişiminden bahsetmiyorum. Halen olgularla dolu yeryüzünde yaşadığımızın bilincindeyim. Bilim ve teknoloji alanlarındaki başarılarımızın olgular arasındaki nedensellikleri açıklayabilme yeteneğimize bağlı olduğunu yadsımıyorum. Bu yolu bize Aristoteles’in “Organon”undan başlayarak, felsefeyi teoloji içinde gizleyen skolastik düşünürlerin, onlara tepki olarak ortaya çıkan aydınlanmacıların, Descartes’in matematiksel, Bacon’un tümevarıma dayalı dünyasının, Comte’un pozitivizminin, Viyana çevresinin mantıksal pozitivistlerinin, tıp alanında Koch ve Pasteur’un deneyci rekabetinin ve de Popper’in yanlışlamacı bilimsel yönteminin açtığının bilincindeyim. Günümüzde hekimler bu yola “Kanıta Dayalı Tıp (Bilim)” adını veriyor.
Bununla birlikte bu yazı postmodernist bir bakış açısıyla yazılmadığı gibi ben de henüz postmodernist düşünceye sahip değilim. En önemlisi tarihteki rollerini tamamlamış ve belki de yüzyıl sonunda sahneden çekilecek olan kurumsal dinlere bir mesaj vermeyi de amaçlamıyorum. Bu yazı, yaşamına, bir yandan teolojik diğer yandan Kemalist seküler kültürel kodlarla başlayan, metafiziksel dönemi yaşamadan ya da yaşadığının farkına varmadan tıp eğitimi sayesinde pozitif bilim alanına geçen ve çok uzunca bir süre – felsefeyle tanıştığı vakte kadar– dünyayı yalnızca olgusal zemine dayalı bilimsel düşünceyle tartmaya çalışan bir ölümlünün aymazlık (gaflet) öyküsüdür. Yazmaya ve okunmaya değer mi? Onu ben bilmem; zaman bir yerlerde her soruya bir yanıt bulur mutlaka…
Yazının detaylarına girmeden önce “pozitivist ve aymaz” sözcüklerini açıklamak, amacın daha kolay anlaşılmasını sağlayacaktır. “Aymaz” kelimesi “gafil” ve “gaflet” anlamlarıyla eş anlamlı olarak kullanılmış olup içinde bulunduğum bilişsel durumu tanımlamaktadır. Türk Dil Kurumu’na göre “gaflet” sözcüğü ile aynı anlamda kullanılan “aymaz”, çevresinde olup bitenlerin farkında olamayan, gözü bağlı anlamında kullanılmıştır. İslam Ansiklopedisi’nde ise bir şeyin gerekliliği ortada iken bunun idrak edilememesi olarak tanımlanmıştır. Başka bir açıdan bakacak olursak “gaflet”, kendisinin ve çevresinin farkında olmak anlamında “bilinç” sözcüğünün karşıtıdır.
Pozitivizim Auguste Comte’un (1798-1857) tanımladığı anlamda kullanılmıştır. Comte’a göre doğa ve toplum, hayali kurgular ya da soyut akıl yürütmeler yerine, olgusal gerçeklik düzleminde açıklanmaya çalışılmalıdır. Comte’un pozitivizmi bugün de yaslandığımız, olguya dayalı hipotezlerimizin gözlemsel ya da deneysel yöntemlerle sınandığı bilimsel yönteme ulaştırmıştır. Son iki yüzyıldır yaygın olarak kabul gören ortodoks bilimsel paradigma, birçok alanda, insanlığı tarihin hiçbir döneminde görmediği bir noktaya ulaştırmıştır.
İşte benim içinde uyandığım pozisyon burası; boğazına kadar pozitivizme saplanmış gaflet hali…
Hikâyem yıllar önce dogmatik bir cennet olan Batı Anadolu kasabasında başladı. Bu evreyi Comte’un teolojik evresi olarak tanımlayabilirim. Büyüdüğüm yerde kültürel ya da düşünsel anlamda besleyici bir şeyler bulmak neredeyse olanaksızdı. Sadece hayatta kalmaya çalışan insanların iyi yaşam adına deneyimleri yok denecek kadar sınırlıydı. O şehirde kitapçı, sinema, tiyatrodan habersiz bir yaşam sürdürmeye çalışıyorduk. Kitap -o da okul kitapları- yalnızca Eylül ayında gazetecide satılıyordu. O yıllarda okul kitapları dışında bir kitaba ulaşmak için İzmir’e kadar gitmeniz gerekmekteydi. İnternet olmasaydı günümüzde de fazla bir şeyin değişebileceğini sanmıyorum. Böyle olunca da iyi yaşam için eldeki malzeme, tapınak ile o yıllarda yükselişe geçen televizyondu. Kültürel beslenme olanakları bu kadar zayıf olunca yaşadığım şehirde kurgusal dogmatik bir dünya kaçınılmaz hale geliyordu. Bu noktada bazılarınızın aklına okulun rolünü sorgulamak gelebilir. O günlerde okulun -bence halen öyle- genç insanlara dünyayı öğretmek ve yaşamı güzelleştirecek yetenekler kazandırmak adına bir gayesi yoktu. Benim büyüdüğüm yer ve zamanda, okulun var olmasının amacı, yaşamda kalabilecek kadar bilgi vermek (tabela okuyabilecek kadar okuma, pazarda alışveriş yapacak kadar sayı sayabilmek), meslek sahibi olmak için sınav kazandırmak ile devletin temel inanç ve ideolojilerine iman edecek insanlar yetiştirmekti. Ayrıca kurumsal anlamda yalnız sayılmazdı; tapınak ve din adamlarının desteği ile, bilinçsiz bir halde kültürel bir çölün ortasındaki dogmatik bir vahada yaşıyorduk.
Üniversiteyi kazanıp Ankara’ya gittiğim zamana kadar farklı bir yaşamın olabileceğinden bihaber geçti yaşamım. Ancak benim hikâyemde, Comte’un teolojik evresinden doğrudan bilimsel evresine geçildi. Dünyanın doğaüstü güçlerle açıklandığı evrede yaşarken, soyut kavramlarla açıklanmaya çalışıldığı metafizik evreyi hiç tanımadım. Tanımam için gerekli olan bilgiler lisede anlatılabilirdi; anlatılmadı. Varsa yoksa sınava hazırlanmak amacıyla okuduğumuz matematik, fizik, kimya, biyoloji ve Türkçe dersleri… Bu dersler de sınav kazanmamız için bir araçtı. Onu da okul veremediği için ben iki yıl boyunca hafta sonları kırk beş kilometre uzaklıkta olan dershaneye gitmek zorunda kaldım. Okul, dünyayı tanımak için en önemli araç olan, yabancı dil öğrenimi için neredeyse hiç çaba göstermedi. Bir yabancı dil öğrenme anlamında hatırladığım kişisel tek çaba, yazları Kur’an kurslarında Arap alfabesini ezberlemekti. Onunla da dünyayı anlamam zaten olanaklı değildi.
İşte böyle bir teolojik atmosferden Ankara’ya geçtim. O yıllarda Ankara çok farklıydı. Benim inandıklarıma inanmayan, benim gibi düşünmeyen ve yaşamayan insanları gördüm. Dünya klasiklerini okuyan insanlar tanıdım. Satranç oynayabileceğim insanlar buldum. Tiyatro ve sinemayla tanıştım. Konserlere gittim. Ve tıp fakültesinde bilimle tanıştım. Her ne kadar lisans eğitimim sırasında bilim insanları, laboratuvarlar, deneysel ortamlarla karşılaşmış olsam da burada bilimsel düşünceyi tanıyabildiğimi çok da iddia edemem. Zira tıp fakültesinin amacı, bizi o zamanki sağlık ocaklarında çalışabilecek hale getirmek ve uzman olmak için gerekli olan bir sınava hazırlamaktı. Hocalarımız tarafından bilimsel amaçlı çalışmalar yapılsa da bilimsel düşüncenin bir kültür olarak yerleştiğini söylemek çok da olanaklı değildi. Öte yandan şunu da söylemek zorundayım: otuz yıl önce Gazi Üniversitesi bugün çalıştığım üniversitenin yetişemeyeceği kadar bilimsel düşünce geleneğine sahipti. Gazi’deki lisans eğitimim sırasında birçok anabilim dalında yapılan etkinliklerde, bilim insanları, sanatçılar, sporcular, gazetecileri yakından izleme şansına sahip oldum. Günümüzde bu olanağın üçte birine bile Çanakkale’de sahip olamıyorum.
Bilimsel düşünce kültürünün zayıf olmasından kastım, okuldaki bilimsel faaliyetlerin çoğunlukla öğretim üyelerinin akademik gelecek beklentileriyle yapılmasıydı. Yani bilim yapmak, ünvanlı bir akademik kariyere ulaşmak için araçtı. Çoğu zaman da bu hedefe ulaşıldığında çalışmalar sona eriyordu. Bu nedenle de öğretmenden öğrenciye uzanan bir bilimsel kültür geleneği yoktu. Örneğin bilim insanlarının ismiyle gelenekleşen ekoller yoktu. Böyle olunca, o ekolü geliştirecek takipçiler ortaya çıkmıyordu. Yani bilim kültürü kurumsallaşamıyordu. Tıpkı günümüzdeki gibi…
Şimdi düşünüyorum da belki de ben, bu dönemde Comte’un metafizik evresine bir miktar girmiş olabilirim. Ancak öyleyse bile benim bundan haberim olmadı. Bununla birlikte hayatımdaki bilimsel evreye yine Gazi Üniversitesi’nde sürdürdüğüm uzmanlık eğitimim sırasında yakalanmıştım. Uzmanlık eğitimi o güne kadar aldığım eğitimlerin hepsinden farklıydı. Burada bilimsel araştırma yapmam ve yayınlamam bekleniyordu. Daha eğitimimin üçüncü ayında bir bilimsel araştırma projesi hazırlamam ve finansal destek için Üniversitenin bilimsel araştırma fonuna sunmam istenmişti. Ben de danışmanımın yönlendirmesiyle altmış beş yaş ve üzeri insanlarda Hepatit B virüsünü araştırmıştım. Daha sonra bu çalışma, uluslararası indekslerde yer alan bir dergide özgün araştırma makalesi olarak yayımlandı. Bundan sonra onlarca bilimsel çalışma yapmış ve bunları ulusal ve uluslararası hakemli dergilerde yayımlatmıştım. Artık bilimsel çalışma yapıyordum ve bu, o zamana kadar öğrendiğim işler arasında en keyiflisiydi. Sadece bununla da kalmıyordum; öğrencilere epidemiyoloji başlığı altında, sağlıkta bilimsel araştırma yapmayı öğretiyordum ki; o daha da zevkliydi. Bunların yanında bilimin son yüzyılda insan sağlığına kazandırdıklarını öğrendikçe, Comte’un bilimsel evresinin merkezine yerleşmiştim. Böylece dünyayı açıklamak ve anlamak için bilimden başka yol olmaması gerektiğine iman etmiştim. O kadar ki olgusal zemine dayanmayan hiçbir faaliyeti anlamlı bulamıyordum. Hedef tahtasında kurgusal zeminde yaşayan edebiyat gelmekteydi. İyi bir edebiyat okuru ve yazarı olan eşimle o günlerde, bu konuda sıklıkla tartıştığımı hatırlıyorum. Pozitif bilimler varken, diğer faaliyetler -özellikle edebiyat- çocuksu bir masaldı benim için.
Yıllar önce yaşadığım dogmatik vahadan kurtulduğumu düşünürken, bilim adına başka bir dogmatik vahaya düşmüştüm. Bu da Comte’un pozitivizm diniydi.
Yıllar böylece geçti gitti. Çalışmalarımın karşılığını almış, Türk Üniversitelerindeki unvanlı akademisyenlerden biri olmuştum. Ancak yolunda gitmeyen bir şeyler vardı. Bilim adına yaptığım; yayımlanma potansiyeli yüksek olan bir konu bulmak, veri toplamak ve istatistiksel yorumlar katarak araştırma makalesi olarak hazırlamaktı. Bu işi kötü de yapmıyordum. Uluslararası bilimsel literatüre, çalışmalarımla katkı sunmaya çabalıyordum. Yaşadığım üniversite ve kenti düşünürsek, bundan daha fazlasını yapmam çok da mümkün görünmüyordu. Üstelik beş yıla yakın yalnız başıma çalışmıştım. Bu süreç içinde üç tane TÜBİTAK projesinde yer almış ve bu projelerden uluslararası dergilerde yayımlanan makaleler yazmıştım. Bu çalışmalardan elde ettiğim sonucu, 2009 yılında İstanbul’da, 2012 yılında Addis Ababa’da yapılan Dünya Halk Sağlığı kongresinde sözlü olarak sunma olanağı bulmuştum ki bu çok değerliydi. Özellikle Addis Ababa’ya ülkemizden tek araştırmacı olarak katıldığım göz önünde bulundurulursa, değeri daha da anlaşılacaktır. O zamanlar bu faaliyetler üniversitede hiçbir yükselme aşamasında sorulmuyordu. Ben çalışmalarımı akademik bir beklenti olmadan sadece bilim adına keyif aldığım için yaptım ve her aşamasında en az bir ömürlük mutluluk yaşadığımı söyleyebilirim.
Yine de doçent olduktan sonra beni huzursuz eden bir şeyler birikmeye başladı. Yaptığım iş beni tatmin etmiyordu. Epidemiyoloji dersleri ise daha kötüydü. Tanımlayıcı çalışma şöyle yapılır, kontrol alırken şunlara dikkat etmeliyiz, rölatif risk ne anlama gelir minvalinde konuları öğretiyorduk. Öğrenci bunları ezberliyor, sınavda geçiyor ama bilimsel çalışma yapmaya gelince kimse ne yapacağını bilemiyordu. Ülkenin tüm tıp fakültelerinde epidemiyoloji öğretiliyor, çoğunlukla -intörn eğitiminde- bir bilimsel araştırma uygulaması yaptırılıyordu. Ama yirmi yıllık eğiticilik hayatımda bir tane araştırma görevlisinin dahi basit bir tanımlayıcı araştırmayı planlayıp uyguladığını göremiyordum. Hepsinden daha da önemlisi çalışmalarımız sadece aynı konuda araştırma yapan başka araştırmacılar tarafından okunuyor, gündelik hayata hiç dokunmuyordu. Üniversite öğrencilerinde yüksek düzeyde sigara, alkol ve madde kullanımı olduğunu gösteren çalışmam, 2013 yılında Avrupa Psikiyatri Dergisinde (The European Journal of Psychiatry) yayınlandığında üniversite yönetimlerinin hiç dikkatini çekmemişti. Üstelik dini saiklerle yönetime gelen rektörlere rağmen…
Bilim denilen şey bu kadar olmamalıydı. Eğer buysa çok kötüydü. Yaptığımız işin neredeyse hiçbir anlamı yoktu. Basit bir teknisyen gibi çalışıyor, dosya dolduruyorduk ancak gündelik hayatta hiçbir bilimsel tartışma gündemimiz olmuyordu.
Bu noktada önce insanlık tarihi ardından da bilim tarihi kitaplarıyla karşılaştım. Büyük bir hevesle bu kitapları okumaya başladım. Bilim tarihi okurken bilim felsefesi diye bir alanın farkına vardım. Ömer Demir’in halen elimin altında olan “Bilim Felsefesi” kitabını okudum. Aslında lisans öğrenci düzeyinde olmasına rağmen ilk birkaç okuyuşumda neredeyse hiçbir şey anlamadım. Bu arada kitapçıların raflarından Karl R.Popper’in “Bilimsel Araştırmaların Mantığı” isimli kitabını bulduğumda çok heyecanlanmıştım. Adından anladığım kadarıyla bilimsel araştırmanın ne olduğunu öğrenecektim. Kitabın yarısına kadar okudum ve hiçbir şey anlamadım. Halen o kitap kütüphanemde beni bekliyor. O günlerde televizyonlarda Celal Şengör’ün bilim tarihi anlattığı programlar çok işime yaradı. Pozitivist bakış açısıyla bilim tarihi anlatımı işimi çok kolaylaştırmıştı. Üstelik o Popper’i anlamıştı; bir şeyler kapmayı başardım. Artık Viyana çevresinin doğrulamacılığından, Popper yanlışlamacılığından bihaber değildim. Ama korkunç cahildim. Bilim tarihini anlamdan bilim felsefesini anlamak mümkün değildi. Onları da hazmedebilmek için önce felsefe tarihini sindirmek gerekiyordu. Bu arada Youtube imdadıma yetişmeye başladı. Youtube gelişmeye başladıkça canlı bir kütüphaneye dönüştü ve ben 2018 yılından itibaren haberim olmayan felsefe söyleşilerini burada izlemeye başladım. Bu arada karşıma Ahmet Arslan hoca ve muhteşem eseri “İlkçağ Felsefe Tarihi” çıktı. Bu kitapları okumak o kadar keyifliydi ki felsefeye bağımlı hale gelmeye başladım. Bu arada Fatih Altaylı ile Celal Şengör de Ahmet hocayı keşfetmiş ve Teke Tek Bilim programına çıkarmışlardı. Hoca o kadar güzel ve duru bir felsefe anlatıyordu ki anlamamak ve felsefe bağımlısı olmamak olanaksızdı. Derken pandemi yıllarında Dücane Cündioğlu hocayla karşılaştım ve çok önemli bir cahilliğimi fark ettim; mantık bilmiyordum. Klasik mantık bilimsel araştırma yapmaya uğraşanların bilmesi gereken bir yöntemsel araçtır. Ben yıllardır mantık biliminden bihaber gaflet içinde bilimsel yayın yapmaya çalışmıştım. Dücane hocadan bir yandan klasik mantık diğer yandan felsefe tarihine yönelik birçok ders aldım. Halen de o dersleri ara ara tekrar ediyorum. O kadar cahilmişim ki insan aklının tarihine dair bir kelam dahi bilmeden onca yıl bilim yaptığım sanısına kapılıp gitmiştim. Yaklaşık altı yıldır felsefe tarihi ile ilgili okumalar yapmaya çalışıyorum. Resmin tamamına hâkim olmak için tarihsel olarak yürüyorum. Bugüne kadar patristik döneme, biraz da İslam dönemi felsefesine kadar ulaşabildim. Rönesans, aydınlanma, sanayi devrimi, yirmi ve yirmi birinci yüzyıl felsefelerine henüz çok uzaktayım.
Bugüne kadar yaptığım okumalarda fark ettiğim en önemli şeylerden biri de insan aklının ihtiyacı olanın sadece açıklama olmadığıydı. Evet, insan aklı günlük hayatın ihtiyaçları ve merakları doğrultusunda doğayı açıklama ihtiyacı duymaktadır. Bu çabası sayesinde elde ettiği bilgilerle yolunu aydınlatmayı başarabilmiştir. Descartes’in matematiksel dünyası, Hume’un tümevarımı ve Comte’nun pozitivizmi bu yolda çok işimize yaradı. Halen bu düşünürlerin dünyasında yaşadığımızı söyleyebiliriz. Ancak aklımızın bu yönünün sadece olgusal olayları ciddiye alması ve doğayı nesnel zemindeki açıklamalarla kavramaya çalışması zafiyetidir.
Peki, insan aklının ihtiyaç duyduğu tek cevap bir açıklama mı? Aydınlık ama soğuk bir yolda yürümek, insan aklına yetecek mi? Tapınağın kurgusal hayal dünyasının yarattığı yıkımlardan kaçmaya çalışırken, kendimizi olgusal gerçekliğin soğuk duvarları arasına mı hapsedeceğiz? Yaşama anlam vermeye ihtiyacımız yok mu? İşte felsefe okumalarım beni bu gibi sorulara ulaştırdı. Pozitivizme dayalı bilimsel aşamanın beni faklı bir çeşit dogmaya sürüklediğini gördüm. Her ne kadar hayatımızı çok kolaylaştırsa ve sorularımıza gerçeğe yaklaşan yanıtlar verse de; pozitivist bakış açısının tek başına yaşamı kucaklamamıza yetmeyeceğini fark ettim. Açıklama tamam ancak yaşamın anlama da ihtiyacı var. Üstelik açıklamanın öznesi doğa iken anlamın öznesi insan aklı. Bu haliyle anlam, açıklamadan daha değerli bir hale bile gelebilir. Öte yandan anlam vermek için bugüne kadar ürettiğimiz araçlar artık işimize yaramıyor. Ortaçağ teolojisi ve eski metafizik anlayışlar, şehirli münevverleri tatmin edemiyor. Belki de yapay zekanın ve yeni üretim biçimlerinin yaşamı alt üst edeceği yüzyılımızın yeni bir teolojik bakış açısına ve metafiziğe ihtiyacı olacak. Kim bilir? Bu soruların yanıtları beni aşar. Zaten felsefede de değerli olan yanıtlar değil sorulardır. Benim felsefe sayesinde geldiğim pozisyon ise aymazlıktan kurtulduğum ancak cahil ve hayret içinde olmaktan kurtulamadığımdır…
Coşkun Bakar, Hekim, Halk Sağlığı Uzmanı, Prof.Dr.
Resim Kaynak: https://neurobead.com/2020/04/11/choosing-art-science-or-both/
Çoktandır bu kadar doyurucu bir metin okumadım. Bilgi yolunda peşinize takılanlardanım ve çoktandır tüm sorularımın yanıtına ulaşamayacağımı kabul ettim. Kaleminize, yüreğinize sağlık… Suna Güler.
YanıtlaSilHocam kaleminize sağlık.
YanıtlaSilKeyifle okudum. Ben de bu günlerde başka bir gayret içerisindeyim, çalıştığım disiplinin krizini çözümlemek, kriz çözülemeyecek durumda ancak krizin farkına vardırabilir miyim, bilmem. Deneyeceğim...
YanıtlaSilUfuk açıcı bir yazıydı, çocukluğumuzdan itibaren bize sunulan çoğu dogmatik öğreti, din ve ideolojilerin nasıl bilincimize, duygularımıza, hayatımıza ket vurduğunu, ancak bunları sorgulayarak özgürleşebileceğimizi ben de okuyarak, yaşayarak deneyimledim, demek ki yalnız değilmişim, teşekkürler.
YanıtlaSil