TÜRKİYE’DE AKADEMİDE OLMAK! DEĞER MİYDİ?

“Akademi’nin tam olarak ne işe yaradığını hâlâ anlayabilmiş değilim…”
Pierre Curie, Ekim 1905 bir arkadaşına yazmış olduğu mektuptan.
Kaynak: Naomi Pasachoff. Marie Curie. Radyoaktivitenin Keşfi. (Çev:Zeynep Gürsoy) TÜBİTAK Populer Bilim Kitapları. Ankara;2002:63. 

Akademieia, bilim ve sanat kurumu… İnsanlık bu kurumu 2500 yıldır tanıyor. Kurumun adı Atina’da Akademos (ya da Hekademos) adıyla anılan gymnasion isimli alandan geliyor. Tabii ki Platon’u da unutmamak gerekiyor; Platon bir polis için en doğru yöneticinin filozof kral olduğunu düşünüyordu. MÖ 388-387 yılları arasında Syrakousai tiranını ikna etmek adına yaptığı çalışmalar başarısız olup köle olarak kovulduktan ve talihin yardımıyla özgürlüğüne kavuşup Atina’ya döndükten sonra filozof kral yetiştirmek için kuruldu akademi. Bugün bilim ve sanatla eşleştirdiğimiz akademinin varlık nedeni polisi yönetecek insanları yetiştirmektir. Kısaca bir siyaset okulu diyebiliriz.
 
“Eğitim ve öğretim, dedim; yurttaşlarımızın kafası iyi bir eğitimle aydınlanmışsa, bütün bu meseleleri de çözerler kolayca, konuşmadığımız daha başkalarını da;…”
Kaynak: Platon, Devlet. (Çev: Sabahattin Eyüboğlu-M.Ali Cimcoz) Türkiye İş Bankası Yayınları. İstanbul; 2018:120.
 
Akademi, Justinyen tarafından MS. 529 yılında kapatılmış olsa da düşünce ve isim olarak günümüze kadar ulaştı. Hıristiyan din adamlarının baskısı nedeniyle çalışmasının zorlandığı dördüncü yüzyıldan itibaren doğuya göç etti. Bu dönemde çok tatsız travmalar yaşadı; İskenderiye Akademisi yöneticilerinden astronom ve filozof Hypatia MS.415 yılında bir din adamının kışkırtmasıyla, bir tanrılarına hizmet ettiğini düşünen bir sürü tarafından parçalanarak katledildi. Daha sonra kendini manastır ve medrese içinde sakladı, 11. yüzyıl ardından Universitas isimli kurumla din adamlarının hegemonyasından kurtularak özgürlüğüne kavuştu. Yenilenme kapasitesi oldukça yüksek olan üniversite 1000 yıl boyunca yaşanılan ekonomik ve sosyal koşullara uyum sağlamayı başarabildi. Gücü de bu yeteneğinden gelmektedir. Başlangıçta tıp, astronomi, felsefe ve teoloji gibi konuların öncelikli olduğu akademide aydınlanma ve sanayi devrimiyle birlikte bilimler alt gruplara ayrılmıştır. Günümüzde ise bilim ve teknolojinin arka planında akademi büyük bir değişimin içindedir. Bilişim teknolojilerinin yarattığı etki pandemi sırasında akademiyi kampüs sınırları içerisinde hapsolmaktan kurtarmış ve yeni eğitim teknolojilerinin gelişmesini hızlandırmıştır. Öyle görünüyor ki halen akademide çalışan kuşak artık eskiden olduğu gibi yenilenmeyecek ve yapay zekâ bir şekilde akademisyen rollerini üzerine alacaktır.
Akademide öğrencilerin seçimi de özellikli bir konu olmuştur. Tarihin hiçbir döneminde akademi toplumun tüm kesimlerine kapılarını sınırsız bir şekilde açmamıştır. Başlangıçta çoğunlukla özgür erkekler akademide yer alabilirken -nadiren de olsa kölelerin eğitim aldığı olmuştur-, uzunca bir dönem din adamlarının etrafında toplanmış azınlık bu eğitime ulaşabilmiştir. İşler, sanayi devrimi ardından 19 ve 20. yüzyıllarda değişmiştir. Bu yüzyıllarda sanayi devriminin yarattığı sosyal ve ekonomik şartlar nitelikli işleri yürütebilecek eğitilmiş beyin ve ellere ihtiyaç hissettiğinde temel eğitim yaygınlaşmış, üniversiteler toplumun farklı kesimlerine açılmaya başlamıştır. Ancak yine de akademi herkese açmaz kapılarını. Örneğin ülkemizde lisans eğitimi alabilmeniz için tamamlamanız gereken bir temel eğitim süreci ve milyonlarca kişiyi geride bırakmanız gereken bir sınavlar bulunmaktadır.
Ülkemizin tarih boyunca hiç yabana atamayacak bir eğitim geleneği oluşmuştur. Bu yorumu eğitimin tarih boyunca ve günümüzde yaşadığı sorunların farkında olarak yapıyorum. Zira bir şeyin hiç olmamasındansa o şeyin eksiklikleriyle birlikte olmasının hakkını verebilmeliyiz. İmparatorluk döneminde Orta Çağ manastır eğitiminin paralelinde akademi kendini medrese içinde yer bulmaya çalışmıştır. Ağırlıklı olarak teoloji ve fıkıh eğitimin tercih edildiği medreselerde tababet, astronomi, riyaziye, mantık eğitimleri de yer bulabilmiştir. Şeklen yasakmış gibi görülmekle birlikte felsefe bu eğitimlerin içerisinde kendini saklamıştır. İmparatorluğun 18. yüzyıl boyunca yaşadığı bunalımlar karşılığını 19. yüzyıl içerisinde bulmuş ve mühendislik ve tıp başta olmak üzere çağdaş eğitim ve bilim sistemlerinin temelleri atılmıştır. Dârülfünûn, İstanbul Üniversitesi derken zamanla akademi alt yapısı kurulmaya çalışılmıştır. Günümüzde her ilde en az bir tane olmak üzere yüzün üzerinde üniversite tabelası ve kampüsü bulunmaktadır.
Ben tam bu noktada akdeminin içine dahil oldum. Tıp fakültesine öğrenci olarak kabul edildiğim 1991 yılından itibaren lisans, tıpta uzmanlık eğitimi, uzman hekim ve öğretim üyesi olarak 33 yılımı ülkemin akademisine verdim. İki devlet ve bir de vakıf üniversitesi tecrübesi yaşadım. Kendi çapımda bilim yapmaya çalışsam da geriye döndüğümde eğitici rolümün, bilim insanı rolümden daha fazla katkı sağladığını gözlemliyorum. İçinde bulunduğum kurumlara baktığımda ise bu tabelaların üniversiteden çok meslek okulunu kavramını daha fazla hak ettiklerini görüyorum. Bu yorumum çalıştığım üç kurum için de geçerlidir. Bu noktada itirazları duyabiliyorum; bu kurumların hepsinde bilimsel çalışmaların ve çok iyi denilebilecek yayınların yapıldığının farkındayım. Ancak akademinin tarihsel sürecini okumuş ve hazmetmiş olanlar bilirler ki bireysel başarılar değildir akademi isminin layığı ile taşınmasını sağlayan. Bir akademi geleneğinin ortaya çıkabilmesi için yüzyılın üzerinde geçmişe sahip kurumsal kültürün oluşması gerekir. Türkiye’de hiçbir akademi tabelasının 20-40’yıldan daha geriye gidebilecek kurumsal kültür geleneği bulunmamaktadır. Bunun en önemli kanıtı da rektör seçimleridir. Ülkemiz halen akademinin yönetiminin nasıl belirleneceğine yönelik gelenek haline gelmiş akılcı bir yöntem bulamamıştır.
Benim akademide olma isteğim ortaokul döneminden gelmektedir. Annemin bilim insanlarının hayatını anlatan çok güzel bir bilim tarihi kitabı vardı. Hayatım boyunca da bilim insanları ve yaşamları benim yönümü belirleyen bir pusula oldu. Çocukluk döneminden itibaren hep bu bilim insanların yaşamlarına özendim. Aslında o insanların yaşamlarında o kadar da özenilecek bir durum yoktu. Okuduğum kitap çoğunlukla aydınlanmanın başındaki büyük bilim insanlarının hayatlarını anlatmaktaydı ve hayatları çok zorluklarla geçmişti. Kimi yoksulluk çekmiş, kimi ev hapsine alınmış, kimi de yakılmıştı. Doğdukları yerleri terk edenleri saymıyorum bile… Yine de bu zorlu yaşamların içinden çıkan ve evrenin neye benzediği konusundaki büyük sorular ve bunlara verilen yanlış cevaplar benim için hep ilham kaynağı oldu. Şimdi geriye dönüp şöyle bir bakıyorum da içinde bulunduğum akademinin neredeyse hiç böyle bir derdi olmamış. Zaten akademimiz ne o büyük sorulara ne de yanlış yanıtlarına ulaşabilmiş. Bense çocuksu bir masalın peşinde sürüklenmişim hepsi o…
Yine de yaşadığım çok kısa bireysel deneyimden akademide olmak ne demek onunla ilgili bazı gözden geçirmeler yapmak istiyorum. Belki benim küçük tecrübelerim lisans eğitimi almak ve ardından da akademisyen olmak isteyen gençler için bir işaret olabilir. Öte yandan bir uyarıda bulunmak istiyorum tecrübelerime dayalı çıkarımlarım sadece benim bulunduğum zaman ve mekanlarla ilgilidir. Yorumlarım değil ülkemizdeki akademi geleneği, içinde bulunduğum kurumlara bile yansıtılamaz. Bu yüzden okuma esnasında lütfen genelleme yapmayınız zira bu genellemelerin gerçeklikten uzak olma riski bulunmaktadır.
Akademik yaşamım 1991 yılında Gazi Üniversitesi’nde başladı. Ankara’da bir tıp fakültesi okuduğum için olacak akademik hayatımın başında kendimi üniversitede hissedebildim. Ancak bu duyguda Ankara’nın kültürel ortamının sağladığı katkı yadsınamaz. Kitapçılar, söyleşiler, paneller, sinema ve tiyatro gibi etkinlikler benim bilimsel ve kültürel yanımın gelişmesinde çok etkili oldu. Şunu da belirtmeden geçemeyeceğim, benim lise eğitimim ders kitabı dışında başka kitapların olamadığı bir Batı Anadolu kasabasında geçmişti. Öte yandan Gazi Üniversitesi Tıp Fakültesi o yıllarda henüz emekleme aşamasındaydı. Yeni binasına geçmiş olmakla birlikte barakalar bana bir köy okulu havasını vermekteydi. Tek farkı uzak bir dağ başında değil başkentin göbeğinde olmasıydı. Bu nedenle Gazi Üniversitesinde hiçbir zaman Ankara veya Hacettepe tıp fakültelerinin altyapısını göremedim. Fakültede genç ve dinamik bir eğitim kadrosu bulunmaktaydı ve bize pratisyen hekim olarak yeterli bir eğitim vermişlerdi. Hekim olarak atandığım Susurluk ilçesinde mesleğimi yürütme esnasında ufak tefek uyum soruları dışında bir sorun yaşadığımı hatırlamıyorum. Ancak Gazi Üniversitesi bize bilimle tanıştıramadı. Ben orayı daha çok karmaşık bir yüksek lise (Lykeion) olarak gördüm. Temel bilimlerdeki birkaç deneysel tecrübe ile Halk Sağlığı stajında neden yaptığımızı hiç anlamadığımız basit araştırma raporunu saymazsak bilimin ne olduğunu anlayamadan geçti tıp eğitimi. Hocalarımızın tamamına yakını bize bilmemiz gereken kitap bilgileri ile hasta bakım deneyimini vermek çabasındaydılar. Bir iki hoca dışında yaptığı bilimsel çalışmalardan bahseden ve bize bilim hevesi vermeye çalışan bir öğretim üyesi hatırlamıyorum. Gazi Üniversitesinde tababet eğitimi tamamdı ama bilimin kendisi eğitim içinde yoktu. Muhtemelen öğretim üyeleri kendi akademik ortamlarında çok iyi yayınlar yapıyorlardı ancak bizim haberimiz olmuyordu…
Bilimle ilk karşılaşmam uzmanlık eğitimim esnasında oldu. Halen görüştüğüm ve tez danışmanım olan hocam bir gün beni çağırdı ve bilimsel araştırma projesi yazacağımızı, on günümüzün olduğunu söyledi. Eğitime başlayalı birkaç ay olmuştu, proje nedir bilmiyordum, hayatımda hiç bilimsel makale okumamıştım ve yabancı dilim çok kötüydü. İşin daha da kötüsü bırakın “Google Translate” internet bile yok gibiydi. Kütüphaneden katalog tarayarak literatüre ulaşmak en uygun yoldu. O da derginin baskısı kütüphanede varsa. Yine de projeyi yazdık, araştırma yapıldı, hatta laboratuvarda testlerini ben çalıştım ve makalesi uluslararası indeksli dergilerden birinde yayınlandı. Gazi Üniversitesi’nde o dönemlerde her ay bir bilimsel araştırma yapılıyordu ve ben bu araştırmalarda çok keyif alarak çalışıyordum. Bir keresinde -galiba HSV, klamidya ile ilgili yayındı- hocam bana bir araştırma olduğunu, bu çalışmada iki araştırma görevlisinin yer alacağını ve bunlardan birine para birine de makalede yazarlık hakkı verileceği söylemişti. O yıllarda her zamanki gibi cebimde param neredeyse hiç yoktu, buna rağmen tereddüt etmeden yazarlık hakkını tercih ettim ki makalenin yayınlanacağı garanti değildi. Şimdi geriye doğru bakıyorum da meslek hayatım boyunca birçok iyi projede ve bilimsel araştırmada görev almış olmama rağmen Gazi Üniversitesindeki verimliliği yaşayamadım. Diğer yandan Gazi’de de bilimsel düşünce değil proje ve yayın yapmak öncelikliydi. O zamanlarda doçentlik kriterleri yeni değişmiş ve artık en az üç uluslararası yayın istenmekteydi. Doğal olarak akademinin önceliği bilimsel sorular sormak ve onlara yanlış yanıtlar aramak değil doçent olmak için gerekli olan şartları sağlamaktı…
Uzmanlık eğitiminin ardından üç buçuk yıl gibi bir süre Başkent Üniversitesinde çalıştım. Yeni kurulmuş olmasına rağmen altyapısını hızla tamamlamaya çalışıyordu. Üst yönetim bilimsel projelere destek olmak için çaba sarf ediyordu. Öğrencilere yönelik bilim sempozyumları büyük hevesle yapılıyordu. Kongrelerde sözlü bildiriniz olursa kurum tüm masraflarınızı karşılıyordu. Bir keresinde bu imkândan yararlanarak ulusal kongreye katıldığımı hatırlıyorum. Ancak bu faaliyetlerde öncelik bilimsel kaygı değil kurumun marka değeriydi. Projeler destekleniyordu, yayın sayısının yüksek olması sağlanıyordu, bilimsel toplantılar yapılıyordu ancak günlük hayatın içinde bilimsel düşünce yok gibiydi. Sıradan bir günlük yaşamda kurumun gelirini yükseltecek çalışmalar öncelikliydi. Burada bana kaliteyle ilgili işler düştü ki bırakın bilimi, halk sağlığından bile kopma tehlikesi yaşadım. Bu noktada yardımıma birlikte çalıştığım kıdemli bir hocam koştu. Başkent’te birlikte çalıştığım bu hoca bir şekilde bilimsel çalışmalar yapmaya çalışıyor ve ulusal uluslararası projeleri takip edebiliyordu. En az bir tanesi çok iyi olmakla birlikte iki ya da üç yabancı dili kullanabiliyordu. Yurt dışında doktora yapmıştı. Her ne kadar doktora alanında çalışmasa da bu sayede uluslararası birçok araştırmada yer alma şansı bulabiliyordu. Bu sayede ilk defa uluslararası kongrelere bildiri gönderme şansı yakaladım. Çalışma sonuçlarımızı Amerikan Halk Sağlığı Birliğinin düzenlediği kongrelere yolluyorduk ki benim için büyük deneyimdi. Halen yabancı dilim çok kötüydü. Kurslara başladım ve ilerlemeye çalıştım. Bildiriler, makaleler derken burada yabancı dil sınavını geçmeyi başarabildim. Başkent’te Hocamla birlikte 2006 Dünya Halk Sağlığı Kongresinde sözlü bildiri kabul ettirmeyi başardık. Bütçesi beni aştığı için bildiriyi kongreye gidebilen hocam sunmuştu. Ancak bu tecrübe sayesinde 2012 yılında Addis Ababa’daki Uluslararası Dünya Kongresinde iki tane sözlü bildiri sunma cesareti göstermiştim. Yalnız yabancı dilim halen çok iyi değildi… Başkent Üniversitesi deneyimi benim kendi alanımda uluslararası bilim camiasını fark etmemi ve bu alana çıkma cesareti göstermemi sağladı. Yine de önceliğimiz çoğu zaman bilim olmadı. Başkent’te kurumun bizden istediği zorunlu görevler vardı ve biz ancak ondan arta kalan zamanlarda bilimsel çalışmalara vakit ayırabiliyorduk. Bu da kaliteyi çok etkiliyordu; önemli olan da kaliteden çok yıllık yayın sayımızdı. Bu sayede benim orada olduğum yıllarda kurumun öğretim üyesi başına düşen yayın sayısı birçok üniversiteden daha yüksekti.
Ve ardından Çanakkale’ye geldim ve on yedi yılımı burada harcadım. Çanakkale Onsekiz Mart Üniversitesi’nde (ÇOMÜ) ilk defa Başkent’te deneyimlediğim ve ÇOMÜ’de bitirdiğim bir TÜBİTAK projesi dışında üç projenin içinde yer aldım. Onlarca yayın yaptım. Çok güzel çalışmalarım oldu. Burada doçent ve profesör oldum. Eğitim çalışmalarının içinde yer aldım. Eğitim programları yaptım, izledim, eğitim becerileri kursları düzenledim, uzman hekim yetiştirdim, onlarca öğrenciyle bilimsel çalışmalar yaptım, bunların bazıları bildiri bazıları makale oldu. Daha hatırlamadığım birçok işi burada yapma olanağı buldum.
Bununla birlikte ÇOMÜ diğerlerine nazaran kurumsal altyapısı en zayıf olan üniversiteydi. Ben başladığımda Üniversite 15 yaşındaydı, Tıp Fakültesi yeni kuruluyordu. Kampüs bile yeni yeni kendisini göstermekteydi. Akşam 17:00’den sonra kampüste insan kalmıyordu, o zamanlar kampüste yurt yoktu. Burası Ankara’daki köklü üniversitelerden çok farklıydı. Akademik ve idari personel sayısı yetersizdi. Araştırma ve eğitim altyapısı son derece zayıftı. En önemlisi de Üniversite’de kurumsal kimlik gelişememişti. Benim gördüğüm kadarıyla ÇOMÜ neden bu şehirde olduğunun farkında değildi. Çanakkale batıda ve yaşam tarzı olarak farklı bir il görünümü vermekle birlikte bir üniversiteyi taşıyabilecek kültürel zenginliği altyapıya sahip değildi. Şehir için üniversite iyi bir müşteriydi, o kadar. Ne yazık ki bu durum halen varlığını korumaya devam etmektedir. Fakat başka bir taraftan düşündüğümde ben Ankara’dan gelmiştim ve Ankara üniversite yaşamı için Türkiye’de açık ara en zengin ildir. Niceliksel olarak İstanbul daha önde gibi görülmekle birlikte, Ankara akademisyene sağladığı farklı olanaklarla bilimin yaşayabilmesini daha fazla destekler. O yüzden Çanakkale’de Ankara’yı aramak bu küçük şehir için yüksek bir beklentiydi.
ÇOMÜ için söylenebilecek en önemli konu zaman içerisinde kendini yenileme konusunda gösterdiği isteksizliktir. Tıp Fakültesi eğitime başlayalı 17 yıl geçmiş olmasına rağmen alt yapı sorunlarını halledemedi, kendini tanımlayacak bir akademik kültür oluşturamadı. Gerçi 25 yılı doldurmuş olmasına rağmen Üniversitenin de kurumsal kimliğini taşıyacak bir akademik kültürü bulunmamaktadır. Kuşkusuz üniversite içerisinde çok başarılı akademik çalışmalar yapan, yayın sayıları çok yüksek akademisyenler bulunmaktadır. Ancak bu çabalar bireysel yeteneklerle sınırlıdır, kurumsallaşamamaktadır ve bu kişiler ortadan kaybolduklarında çabaları da kendileriyle birlikte buharlaşmaktadır. Daha önce de söylediğim gibi üniversite tabelası ve kampüs akademik kültürün oluşması için yeterli değildir. Buralarda o kültürün ortaya çıkması için oldukça fazla bir zaman ve emeğe ihtiyaç bulunmaktadır…
Uzmanlık eğitimimin başladığı 2000 yılından bu yana Türkiye’de akademide nefes almaya çabalıyorum. Bir okulda yaşamak ya da akademide olmak benim bu dünyada tercih edebileceğim tek seçenektir. Buna rağmen yazının başında bahsettiğim bilimsel düşünce ortamını çalıştığım kurumların çoğunda gözlemleyemedim. Bu deneyim beni bir arayışa sürükledi ve ben de kendimi felsefenin dehlizlerinde buldum. Özellikle felsefe ve bilim tarihi okumaları bu kadar gürültü patırtının içinde akademinin bilimsel düşünceden ne kadar uzakta olduğunu görmemi ve nedenlerini de analiz etmemi sağladı. Bu analizi burada yapmayacağım ancak 24 yılın sonunda akademisyen olmanın anlamından bahsederek yazımı toparlayacağım.
Benim gözümde Türkiye’de akademisyen olmak demek;
Öğretmenlikle bilim insanı arasındaki bir noktada yaşamaya çalışmak demek. Akademin meslek okulu olmanın daha ilerisine gidemediğinden akademisyenlik lise üstü düzeyde öğretmenliğin daha ağır basması anlamına gelmektedir.
Anadolu kasabalarında aldığınız yok hükmündeki orta öğretim düzeyi yüzünden yaşadığınız temel eğitim açığını kapatamamanız demek. Anadolu’nun bir kasabasında sadece dershane tecrübesiyle lisans eğitimine girdiyseniz dil becerisi başta olmak üzere birçok konuda akranlarınızdan geride kalmışsınızdır. Bu farkın kapanması için harcayacağınız çaba sizi ulaşabileceğiniz akademik seviyeden ödün vermenize neden olmaktadır.
Devlet memurunun biraz üzerinde ortalama bir gelir seviyesinde yaşamak demek. Akademisyen olarak rahat bir ekonomik seviyede yaşamak isteyenler için alanlarıyla ilgili akademi dışında yapılacak işleri takip etmeleri gerekir ki doktorlar bu işi iyi yapan meslek gruplarından biridir. Eğer bu gelir kaynaklarını oluşturamıyorsanız sınırlı bir ekonomik düzeyde yaşamaya alışmanız gerekmektedir.
Sınırlı bütçelerle bilimsel çalışma yapmaya çabalamak demek. Tarih boyunca olduğu gibi bilimsel çalışmalar yüksek finansman desteğine ihtiyaç duymaktadır. Ülkemizde bu durum çoğunlukla sorun oluşturmaktadır. Kaynak bulmak bazen o kadar sorun olur ki araştırmanızın hedeflerini elinizdeki kaynaklarla sınırlamak zorunda kalırsınız.
Yalnızca bilim ve eğitim için çaba sarf ediyorsanız kimse tarafından fark edilmemek demek. Bir akademisyen olarak görünür olmak istiyorsanız sosyal medya başta olmak üzere medya araçlarını kullanmanız ve alanınızla ilgili olsun ya da olmasın kalabalıkların şehvetini tatmin edecek paylaşımlarda bulunmanız gerekir. Salt bilimsel çabalarınızla kalabalıklar sizi ciddiye almaz.
Bilimsel metin okumayı bilmeyen devletle yaşamayı bilmek demek. Devletin sizi fark etmesi için ise mevcut iktidar yapılarıyla aynı dili konuşabiliyor aynı duyguları paylaşabiliyor olmanız gerekir. Çalışmalarınız ya da söylemleriniz iktidarların var olma çabalarına katkı sunamıyorsa akademisyen olarak varlığınız neredeyse hiç umursanmaz hatta bazen yaşam hakkı bile verilmez.
Sınavların hayattan daha değerli görüldüğü dersler anlatmak demek. Ülkemizde okullar gençleri yaşama değil sınavlara hazırlıyor. Bu durumda sınavlarda gündeme gelmeyen konuları konuşmanın bir anlamı olamıyor. Bilimsel düşünce ise neredeyse hiçbir sınavın hedefleri arasında yer almıyor.
Onlarca yıllık çabanın sonunda emekli olmaktan korkmak demek. Yıllarca süren akademik hayatın sonunda kendinizi güvenceye alacak bir gelir düzeyi sağlayamamış ve size sunulan emeklilik düzeyi ile yaşayacaksanız yoksul yaşlanmayı içinize sindirmeniz gerekmektedir.
En nihayetinde bilimsel düşünce üzerine hiç konuşmadan bilimsel araştırma ve yayın yapmaya çabalamak demek. Akademieia, bilim ve sanat kurumu… Varlık amacı yaşamayı kolaylaştıracak ve güzelleştirecek değerler üretmek. Felsefe akademinin temel direği. Platon’un akademisi İyonya bölgesinde doğan felsefe üzerinde yükseldi. Orta Çağ’ın teolojik akademisi, bir yandan düşman gibi saldırırken diğer yandan felsefeden gizli gizli beslenmeyi bildi ve bundan hiç yüzü kızarmadı. Üniversite doğarken felsefe önce doğa felsefesine ardından da bilime dönüştü. On dokuzuncu yüzyılda bilim insanı ortaya çıktığında büyük soruların yerine farklı disiplinlere bölünmüş bilim alanlarına dağıldı. Bununla birlikte bilim kendisini matematikle somutlaştıran sistematik bir metodolojiye dönüştürdü. Bilişim teknolojileri ve yapay zekâ yakın zamanda bilimsel bilgiyi üretme biçimlerimizi yeniden yapılandıracak. Pandemide bunun ilk demolarıyla karşılaştık.
Yüzyılımızın bilimcileri ataları gibi büyük soruların peşinde koşmuyor. Aksine evreni atomlarına kadar bölüp artık bölünemeyecek parçalarla oyalanıyorlar. Uzmanlığın dayattığı zorunlu bir süreç olarak kutsadıkları bu durum günümüz bilimcilerinin asıl bütünü görmelerini engellediği gibi yaptıkları işin üzerine düşünmelerine de izin vermiyor. Oysa bilimle uğraşmanın asıl güzel yanı evrene yönelik büyük sorulara ulaşabilme kabiliyeti içerisinde saklıdır. Felsefenin tanımındaki bilgelik aşkının anlamı da burada yatmaktadır. Yoksa uzmanlık alanlarının uğraştığı yayın yapma koşuşturması bu büyük sorulara ulaşmıyorsa teknisyenlikten daha ileriye gidemez. Ki bu teknisyenlik bilim ve felsefeden çok eski zamanlardan bu yana vardı ve günlük sorunlara çözümler bulmak dışında yaşama bir güzellik sunamadı. Güzellik felsefe ve sanatların gelişmesiyle birlikte ortaya çıkmaya başladı. Felsefe ve sanatlar benim akademide çok da karşılaştığım bir olgu olamadı…
Tüm bu değerlendirmenin sonunda yazının başlığındaki soruya gelirsek; değer miydi?
Tek kelimeyle söylüyorum değerdi ve değdi de… Bir kez daha seçme şansım olsaydı şeksiz şüphesiz aynı yoldan yürümek isterim. Tüm yaşam alanlarını sadece varlıklı olmak üzerinden biçimlendiren toplumlarda yaşamın güzelleşmesini sağlayan gelincik kırmızısının ancak akademinin bahçesinde bir damla su bulabildiğini düşünürsek o bahçede dolaşabilme şansı bulmak tüm olumsuzluklara evladır.

Coşkun Bakar, Hekim, Halk Sağlığı Uzmanı, Prof.Dr.



Yorumlar

  1. Sürpriz final yapmışsın sevgili Hocam 😊

    YanıtlaSil
  2. Saygıdeğer hocam, sizler meşale yakmaya devam edin. Bizler aydınlattığı yolda, daha gür meşaleler yakacağız. İyi ki sizleri tanımışız.

    YanıtlaSil
  3. Güzel bir çalışma HİE

    YanıtlaSil

Yorum Gönder