“De
Revolutionibus’un yayınlanmasından dört buçuk yüzyıl sonra bizler oyunun
kurallarını yeni öğrenmiş olan bu küçük çocuğun durumundayız. Genetik
mühendislik ve yapay zekâ gibi gelişmelerle oyunu oynamak için ilk
denemelerimizi yapmaya yeni başlıyoruz. Önümüzdeki beş yüzyıl, belki de beş bin
yıl ne getirir, kim bilir…”
Kaynak: John Gribbin. Bilim Tarihi. Rönesanstan Günümüze Modern Bilim Tarihi. (Çev: Barış Gönülşen). Alfa/Bilim Yayınları. İstanbul;2019:655.
Kaynak: John Gribbin. Bilim Tarihi. Rönesanstan Günümüze Modern Bilim Tarihi. (Çev: Barış Gönülşen). Alfa/Bilim Yayınları. İstanbul;2019:655.
De Revolutionibus Orbium Coelastium (Göksel Kürelerin Devinimleri Üzerine), 1543 yılında Nicolaus Copernicus (asıl adı Mikolaj Kopernik) tarafından yayınlandığında, sadece astronomi dünyası değil, Avrupa merkez olmak üzere tüm dünyayı etkileyecek baş döndürücü değişimin habercisi konumundaydı. Bundan 51 yıl önce aklı başında sayılamayacak bir denizci İspanya sahillerinden okyanusa açılıyor ve aynı yıl Mağribiler ve Yahudiler açık bir hezimet ve arkalarında bıraktıkları müthiş bir bilgi ve kültür mirasıyla Avrupa topraklarını terk ediyorlardı…
Düşünce Odasını okuyanlar yazılarımı bilim ve felsefe tarihi zemini üzerine kurguladığımı fark etmişlerdir. Ancak bu yazıda işler biraz değişecek. Bu sefer bilim tarihi içinde yer almış insanların kendisinden bahsedeceğim. John Gribbin’in Bilim Tarihi isimli kitabı Rönesans döneminden günümüze kadar bilim tarihinin daha çok fizikçiler olacak şekilde hikâyesini sunmaktadır. Ancak yazar hepimizin bildiği bu insanları efsaneleştirip sadece keşif ve icatlara odaklanmak yerine kişisel yaşamlarına da dokunmuştur. Bu manzarada karşımıza çıkan, oldukça sıradan hırsları, korkuları, arzuları olan insanlardır…
Kaynak: John Gribbin. Bilim Tarihi. Rönesanstan Günümüze Modern Bilim Tarihi. (Çev: Barış Gönülşen). Alfa/Bilim Yayınları. İstanbul;2019:657.
Öte yandan bu noktada yaşadığımız önemli bir sorun tarih yazımı olmuştur. Zira tarih literatürü genelde bu insanların yaptıkları çalışmalara ve sonuçlarına odaklanıyor. Çok az yazar bilim insanlarını günlük hayatın içinde ve insani yönüyle görmeye çalışıyor. John Gribbin kitabında açığı kapatmaya çalışmış. Ben de bu yazıda kitaptan yararlanarak bilim tarihi içinde önemli yeri olan bazı insanların hayatlarından kesitler sunacağım. Bu kişiler Kopernik, Bruno, Vesalius, Newton ve Darwin’dir. Aslında kitapta o kadar çok insan var ki, umarım okurlar kitabı okumak için motive olurlar. Yazının içeriğinde çok gerekmedikçe bu insanların bilime yaptıkları katkıdan çok da bahsedilmeyecektir. Merak edenler kitabın okusunlar.
Nicolaus Copernicus, 19 Şubat 1473 tarihinde Polonya’nın Torun kentinde doğdu. Zengin babasını küçük yaşta kaybettikten sonra Ermeland psikoposu olan dayısının yanında büyüdü. 1496 yılında İtalya’ya yerleşti, Bologna ve Padova’da tıp, hukuk, klasik uygarlıklar ve matematik eğitimi aldı. 1503 yılında Ferrara Üniversitesi’nde kilise hukuku doktorasını tamamladı ve Frombork Katedraline rahip olarak atandı. Aslında bu atama Kopernik’e ömür boyu maaş garantisi sağlayan ve nepotizm örneği sayılacak bir durumdu.
Kopernik sanıldığının aksine çalışmalarını yayınlama konusunda çok hevesli değildi. Kilisenin baskı yaptığı olgusu ispatlanabilir bir olgu değildir. Hatta Kopernik’in çalışmasını basımından önce Papa VII. Clement’in de katıldığı bir toplantıda sunduğu bilinmektedir. Kardinallerden biri bu çalışmanın yayınlanması konusunda Kopernik’i teşvik eder ve kitaba da bir önsöz hazırlar.
Kitabın gecikme nedenleri arasında Kopernik’in çok meşgul olması vardır. Kilise için çalıştığından doktor kimliği ile cemaatin hastalarına bakmaktadır. Matematikçi olduğundan para biriminin iyileştirilmesi ile ilgili işleri vardır. Bunun dışında bölgesel bir savaşta Allenstein kalesinin komutasını yürütür ve kaleyi birkaç ay boyunca savunur. Kitapla ilgili en önemli sorunlardan biri çalışması gözleme dayalı değildir. Ptolemaios sistemini düşününce aklına yatmayan bir şeyler vardı ve onun aklındaki model daha farklıydı. Ona göre tek bir merkez etrafında dönen cisimler hakikate daha uygundu. Hepsi bu…
Kitabı 1543 yılında yayınlandığında Kopernik ölür. Kendi kitabını görüp görmediğini bilmiyoruz. Yarattığı fırtınayı merkezini değiştirdiği dünyadan izleme şansı olamadı…
Andreas Vesalius, 31 Aralık 1514 yılında Brüksel’de dünyaya geldi. Babası kraliyet eczasıydı. 1533 yılında Paris’te tıp eğitimi aldı. Bu eğitim Galenos’un sıkı takipçisi olmak anlamına geliyordu. Savaş nedeniyle 1536 yılında Paris’i terk etti ve 1537 yılında Louvain’de tıp eğitimini tamamladı. Padova Üniversitesinde tıp doktoru olarak çalışmaya başladı. Burada diseksiyon yöntemlerini geliştirmişti. Aynı yıl Louvain’de idam edilen bir mahkûmun cesedini çalarak evine getirmişti. Onu destekleyenler arasında bulunan Padovalı Yargıç Marcantoino Contarini diseksiyon için idam mahkûmlarının cesetlerini sağlıyordu. Yargıç bazen de işi kolaylaştırmak için idam tarihlerini öne alıyordu. Vesalius diseksiyonlarını kendi yapıyordu. Ayrıca Padova’da dersleri de kendisi veriyordu. Diğer cerrah ve öğretim üyeleri uzaktan gösterim amacıyla bedene yaklaşmadan derslerini yapıyorlardı. Zaten dersler de Galenos metinlerinin doğrulanması şeklinde oluyordu. Kimse Galenos’un yanılabileceğini ya düşünmüyor ya da düşünmek istemiyordu. Vesalius yaptığı diseksiyonlar sonucunda Galen’in yanıldığını anladı. Bu arada diseksiyonlar esnasında ressamlara insan vücudunun resminin hazırlatıyordu. Fabrica’daki resimler bu çizimlerden oluşmuştu. Hatta bu resimlerin bazıları çalındı başka bir yerde kullanıldı. Bunun üzerine Vesalius Fabrica’yı hazırladı. Böylece artık bilimde başkalarının sözleri yerine kendi gözlemlerine güvenmenin önemi anlaşılacaktır. Vesalius kitabın ardından 30 yaşına gelmeden akademik kariyerini sonlandırdı. Hekimlik yapmaya başladı ve V.Charles’in saray hekimliğini yaptı. Bu kararının nedeni halen tam olarak bilinmemektedir. İspanya’dan kaçmak amacıyla çıktığı bir gemi seyahatinde hastalanır ve 50’sine gelmeden hayatını kaybeder.
Newton çok küçük yaşta babasını kaybetti. Çok geçmeden de annesi başka biriyle evlendi. Annesinin yeni eşi küçük Isaac’ın evden uzaklaşması şartıyla kendisine ait toprak parçasını onun üzerine yapmayı taahhüt etmişti. Bu nedenle çocuk yaşta annesinden ayrılmış ve katı kuralları olan büyükbabasıyla yaşamak zorunda kalmıştı. Bu durum kişiliğini ve hayatını çok etkiledi. Yaşam boyu kimseye güvenmeyen, çok az arkadaş edinen biri olmuştu. Ancak bu durum iyi bir eğitim almasını sağladı ve hayatı boyunca çalışmak zorunda kalmayacak bir geliri de garanti altına aldı. Belki annesinin yanında kalsa kendisi hiç bilmediğimiz sıradan bir İngiliz çiftçisi olarak hayatını tamamlayacaktı.
Newton sosyal ilişkileri zayıf ancak iyi bir öğrenciydi. Çalışabilen maketler yapabiliyordu. Bunlar arasında yel değirmeni olduğu gibi kayıtlara geçen ilk UFO maketinden de bahsedilir. Bir ara annesinin yanına çiftlik işlerine bakmaya döndü ama sonuç felaket oldu. Bu işlerden hiç anlamıyordu. Tekrar Trinity College’e döndüğünde 18 yaşındaydı ki diğer öğrencilerden yaşlıydı. College’deki öğrencilerin bir hizmetlisi oluyordu. Newton’un böyle bir şansı yoktu. Bilakis başkasının hizmetine bakıyordu. Çünkü annesi eğitimi boş bir masraf olarak gördüğünden çok fazla para yollamıyordu. Bu hizmetli işi oldukça kötü bir işti zira lazımlık temizliğine kadar yapması gerekiyordu. Sosyal açıdan da negatif bir çağrışımı vardı. Ancak Newton şanslıydı. Öğrencisi olduğu Humphrey Babington okula pek gelmiyordu. Newton okulda Nicholas Wickins’le tanıştığı 1663 yılına kadar içine kapanık bir dönem yaşadı. İki öğrenci de diğerlerinden memnun değillerdi ve aynı odada kalmaya başladılar. Sonraki 20 yıl boyunca da dostlukları sürdü. Newton’un homoseksüel eğilimleri olduğu söylenmektedir. İlişkilerinin fiziksel yönü konusunda kanıt olmasa da yakın ilişki kurduğu insanların erkek olması dikkat çekicidir.
Newton çalışmalarını takıntılı bir tutkuyla yürütüyordu. Çalışması esnasında çoğu zaman yemek ve uykuyu unuturdu. Optik konusunda çalışırken gözünün kör olmasına neden olacak şekilde güneşe bakmış ve oluşacak renkli görüntüleri incelemek için gözüne çuvaldız batırmış, vücudu üzerinde tehlikeli deneyler yapmıştır. Bununla birlikte 30’lu yaşların başında bilimsel çalışmalarını tamamlamış, hayatının geriye kalan bölümünde simya ve darphane müdürlüğü ile uğraşmıştır.
1667 yılında kıdemsiz bilim üyeliğine seçilen Newton, 1668 yılında kıdemli üyeliğe terfi edeceği zaman inançlarıyla ilgili bir sorunla karşılaştı. Üyeliğe girebilmesi için yapması gereken yemin imanıyla çelişiyordu: “Çalışmalarımızın gayesi olarak teolojiyi esas alacak ve kanunlarca buyrulan zaman geldiğinde kutsal emirlere uyacak, aksi halde kolejden istifa edeceğim.” Newton bir Ariusçuydu ve bu yeminle geri adım atmak istemiyordu; öte yandan Bruno gibi yakılmaya da hazır değildi. Bu dönemde İngiltere’de Ariusçuluk suç olmasa da ortaya çıkması durumunda Newton tüm görevlerinden olduğu gibi Trinity College’le olan ilişkisi kesilebilirdi. İnsanlardan uzak durmasının bir sebebi de buydu. Newton bu duruma çözüm bulmak için teolojik çalışmalara kendisini verdi. Zaten artık simya ile de uğraştığı için bir daha eski parlaklıkta bilimsel çalışmalar yapamayacaktı. Bununla birlikte Cambridge yönetiminin yarattığı boşluklardan yararlanan Newton 1675 yılında profesörlerin kutsal emirleri yerine getirme gerekliliğinden kurtulabilmesi için Krala başvurdu. II.Charles bilime ilgi duyuyor ve Newton’u da izliyordu. Gerekli izinleri verdi. Artık hem kutsal denilen kilise emirlerine uymak zorunda kalmayacak hem de bilim üyelerinin ilk yedi yıl bitince ayrılma kuralından muaf olacaktı.
Newton 1693 yılında Cambridge hayatının bunalımından, yıllardır süren inanç geriliminden ve yakın arkadaşı olan İsviçreli matematikçi Nicholas Fatio de Duillier ile arkadaşlığının sona ermesinden dolayı sinir krizi yaşadı. Sağlığına kavuşmasından sonra kendisine Cambridge’ten kurtulma fırsatı sunan teklifin üzerine atladı; darphane müdürlüğü…
Bilimle ilgisi olmayan insanların tanıyabileceği üç isimden bir diğeri de Charles Darwin olmalı. Yazının daha önceki bölümlerinde geçen isimler evrene ve insana bakış açımızı kökten değiştirmişlerdir. Yine de Darwin’in gördükleri hepsinden daha fazlasıydı… Yeryüzündeki canlılığın ortaya çıkma süreci ne dinlerin anlattığı ne de o güne kadar insanların varsaydığı gibiydi. Doğal olarak çok büyük gürültü kopardı, hatta bizim coğrafyamızda hâlâ koparmaya devam ediyor. Darwin gözlemleri çerçevesinde bilimsel bir kuram hazırlamıştı. Bilim dünyası halen bu kuramı her yerinden sorgulamayı sürdürüyor. Doğal olanı da bu zaten; insanın bilgide ulaşabileceği mutlak bir son noktası yok. Bu nedenle de her bilgi ve herkes sonsuza kadar sorgulanmaya ve eleştirilmeye devam edecektir. Yeni bir şeyler öğrenebilmemizin tek yolu bu sorgulayıcı yönümüz. Ancak kuram ile varsayımı birbirinden, inancı da bilimsel düşünceden ayıramayan beyinler konuyu basit bir düzlemde tartışmak için ısrar ediyorlar…
Charles Robert Darwin, 12 Şubat 1809 yılında dünyaya geldi. Üç ablasıyla kırlarda dolaşarak biraz da şımartılarak büyüdü. Ekonomik bir sıkıntısı yoktu. Okumayı 8 yaşında evde ablalarından öğrendi. 1817 yılında önce bir gündüz okuluna, bir yıl sonra da Shrewsbury okulunda yatılı okumaya başladı. Aynı yıl birçok hastalıkla uğraşırken annesini kaybetti. Darwin bu olayı kabullenmekte çok zorlandı. Babasının bu olaydan bahsetmesinin yasaklaması anne acısını daha da travmatik hale getirdi.
Okul yıllarından itibaren doğayla ilgilenmeye başladı. Sık sık geziler yapar ve numune toplardı. Babasının kütüphanesinde bulunan doğa tarihi kitapları da öncelikli okuma alanıydı. Charles Shrewsbury’de oldukça sıkılıyordu. 1823 yılında Cambridge’te tıp okuyan abisi Erasmus’u ziyarete gitti. Döndüğünde doğada kuş avlıyor ve akademik çalışmalar yerine sporu tercih etmeye başlamıştı. Hekimlik aile geleneği olduğundan Charles’in zamanını harcamasına izin verilmedi ve Edinburgh’a tıp eğitimi almaya sürüldü. Tıpla çok da ilgisi olmayan Darwin eğitimi tamamlayamadı. O dönemde anestezi gelişmediği için operasyonlar çığlık çığlığa yapılıyordu. Charles’in tıp eğitimini bırakmasında deneyim oldukça etkili oldu;
“Onlar işlerini tamamlamadan ben koşarak dışarı kaçtım. Beni buna ikna edecek derecede güçlü bir neden olmayacağı için, bir daha asla bu tarz bir şeye katılmayacaktım; mutlu kloroform günlerinin gelmesinden çok önceleriydi bu. Bu iki ameliyat bana bütün bir yıl boyunca rüyalarımda karabasanlar yarattı.” Charles Darwin, otobiyografisinden…
Kaynak: John Gribbin. Bilim Tarihi. Rönesanstan Günümüze Modern Bilim Tarihi. (Çev: Barış Gönülşen). Alfa/Bilim Yayınları. İstanbul;2019:367.
Zayıflığını babasından saklamak için Edinburgh’a geri döndü yalnız tıp dersleri yerine doğa tarihi derslerini izlemeye başladı. Burada jeoloji ile karşılaştı ve karşılaştırmalı anatomi dersinden çok etkilendi. Böylece dünyanın oluşması ve canlılık konuları ilgi alanına girmeye başladı. Bu arada kısa bir Avrupa gezisi yaptı. Kız kardeşleri ona hep sahip çıktı. Tıp eğitimini bitirmemiş olması babası açısından ciddi bir sorundu. Sonunda babasıyla yüzleşti, babası eğitimini tamamlaması ve köy papazlığı yapmasını istiyordu. 1827 yılında Christ’s College’e yerleşti. Babasının isteği üzerine tıp eğitimini tamamlayacak ve Avrupa turuna çıkacaktı.
Ancak işler öyle gitmedi. Darwin Cambridge’de botanik profesörü John Henslow ile tanıştı. Bunun yanında Adam Sedwick’ten jeoloji öğrendi. Bu arada zorla da olsa okulunu 178 kişi arasından 10’cu olarak tamamladı. Bu arada abisi Erasmus da babasını tıp mesleğini yapmama konusunda ikna etmeye çalışıyordu. Ancak baba, oğullarının itibarı olan bir işi olması konusunda ısrar ediyordu. Tam da bu arada Beagle Gemisinin kaptanı Albay Robert FitzRoy, Güney Amerika gezisine eşlik edecek biyoloji ve jeoloji bilen bir uzman arıyordu. Gezi yaklaşık beş yıl sürecekti. Aslında Darwin ilk tercih değildi. Bununla birlikte ilk aday bir köy papazlığını geziye tercih edince iş ona kalacaktı. Ayrıca Darwin’in dedesi Erasmus’tan ona kalan bir şöhreti de vardı. Bu koşullar bir araya gelince Darwin dünyaya bakış açımızı kökten değiştirecek ünlü yolculuğuna çıktı.
Gerisi! Gerisini verdiğim kaynaktan okursunuz…
Buraya kadar okuduğum ve kısaca özetlemeye çalıştığım bölümlerden anlaşılacağı üzere bilim dünyasının yıldızları günlük hayatlarında bizlerden çok da farklı değil. Kimileri zengin, kimleri değil; hastalıklarla uğraşanlar, anne ve babalarını erken yaşta kaybedenler; sıradan korkuları, hırsları bünyelerinde barındıranlar; istemedikleri okullarda zorla okutulanlar; farklı cinsel tercihlerde bulunanlar, hepsi bizim bildiğimiz aramızda yaşayan insanlar. Bu oldukça da doğal, sonuçta hepsi insan…
Peki, bu kadar bizim gibi olan insanların, bizim için hiçbir önemi olmayan sıra dışı konuları kendilerine dert edinmelerinin temellinde yatan ne olsa gerek?
Dünya güneşin etrafında dönse ne olur, dönmese ne olur? İsa, Tanrı’nın oğluymuş ya da değilmiş. Niye insanın içine bakıp sonra da resmini çizelim? Ağaçtan düşen elmadan bize ne, alıp yemek varken? Yıllarca küçücük bir gemide bitki ve hayvan örnekleri toplamak ve ondan sonra da en az onun iki katı bir süreyi de onları ayıklamak incelemek için hanginizin sabrı yeter? Hiç düşündünüz mü?
Bence bu durumları göz önünde bulundurmadan bu inanların çalışmalarını okumayın. Bu çalışmalara verilen emeği ve tutkuyu göremezseniz, ortaya çıkan ürününün değerini anlamazsanız.
Bu soruların hepsine pratik gerekçelerle yanıt bulabilirsiniz kuşkusuz ancak bilim insanlarını bu gerekçelere sığdıramazsınız. Zira gerçeğe olan aşk pratik ihtiyaçtan daha fazlasıdır.
Tutku! Bu insanları diğerlerinden ayıran en önemli fark… Dünyada herkes bir şeyler yapmaya çalışır, emek sarf eder. Ancak tutku hepsinden farklı olanıdır. Tutku; Latincesi Passion; çok güçlü ve coşkusal duygulanım… Hegel, dünyada tutkusuz hiçbir şeyin yapılamadığını söyler. Tutku bir şeye yönelik olan hastalıklı bağımlılıktır. Felsefe kelimesinin altındaki anlamda da sophiaya olan bu bağımlılık yatmaktadır. Sophia tanrısal bilgelik anlamında kendini bilmenin bilgeliğidir. Hakikat içerisinde tanrının kendisini de barındırır. Mutlak hakikat kendi bilgisi anlamında tanrının sahip olabileceği bir yetkinliktir. Ancak tanrı kendini bilmek anlamında olan sophiya sahiptir. Yaklaşık 2600 yıldır filozoflar bu sırra ulaşmak amacıyla önce felsefeyi ardından da bilimi icat etmişlerdir. Gerçi günümüzde bilim evrensel gerçekliğin değil tekil olgulardan oluşan mikro kuramlarla yetinmeye çalışmaktadır. Pratik dünya ve teknoloji için yeterli görünen mikro kuramlar bilimi hakikat peşinde koşmaktan uzaklaştırmak için gerekli olan ekonomik ve sosyal zemini fazlasıyla sunmaktadırlar.
Yine de bilim insanları hakikate ulaşabilecekleri tutkusunu içlerinde barındırırlar ve ona çocuksu bir aşkla bağlanırlar. Bu tutku hastalıklı olduğu için de bu insanların hayatını cehenneme çevirir. Ancak bu tutku sayesinde binlerce yıldır bize anlatılan masallar içinden az bir miktar da olsa gerçekliğe ulaşabilme şansına sahip oluyoruz. Yazarın da dediği gibi bu tutku sayesinde henüz oyunun kurallarını yeni öğrenmiş çocuklar gibiyiz ve önümüzdeki yüzyıllarda tutkumuz hakikat yolculuğundaki yoldaşımız olacak…
Etrafınızda bulunan insanlara bakın bakalım, bir işe başladıklarında ne kadar tutkuyla sarılıyor? Galiba bizim etrafımızda göremediğimiz bir duygu bu tutku…
Coşkun Bakar, Hekim, Halk Sağlığı Uzmanı, Prof.Dr.
Kaynaklar:
John Gribbin. Bilim Tarihi. Rönesanstan Günümüze Modern Bilim Tarihi. (Çev: Barış Gönülşen). Alfa/Bilim Yayınları. İstanbul;2019.
Yorumlar
Yorum Gönder