“Ben, Türk
çağdaşlaşmasının geçmişinin inip çıkışlarına dayanarak bu yayımlanışın
önsözünde yine ileri sürüyorum ki, ne denli geri dönme çabaları olursa olsun
hiçbiri tarihsel oluşumu durduramayacaktır. Tersine, daha da ileriye itecektir.
Bu yapıtı okuyun, kaç kez böyle geriye dönük çabalar olduğunu, kaç kez hepsinin
saman alevi gibi sönerek daha ileriye doğru atılımlara yol açtığını
göreceksiniz…” Niyazi Berkes
Kaynak: Niyazi Berkes. Türkiye’de Çağdaşlaşma. Yapı Kredi Yayınları. İstanbul. 2014:14.
Kaynak: Niyazi Berkes. Türkiye’de Çağdaşlaşma. Yapı Kredi Yayınları. İstanbul. 2014:14.
Bugün içinde yaşadığımız Cumhuriyet’in fiilen kurulmasının üzerinden yüzyıl geçti. Fiilen diyorum bilindiği üzere savaş sonrası ayakta kalan devletin kendini Cumhuriyet olarak adlandırması bir yıl sonra olacaktır. Cumhuriyet’e çıkan yol sadece kurtuluş savaşının sonucu değildi. Trakya’ya geçtiği andan itibaren bir yandan yüzünü batıya dönmüş, diğer taraftan aklını ve kalbini doğuya teslim etmiş bir imparatorluğun son yüzyılında yaşadığı çelişkiyi fark etmesinin sonucudur Cumhuriyet. Bir yönüyle dini çatışma gibi görülmekle birlikte geleneksel siyasetle çağdaş siyasetin mücadelesidir.
Kaynak: Niyazi Berkes. Türkiye’de Çağdaşlaşma. Yapı Kredi Yayınları. İstanbul. 2014:33.
Fiili ömrünü tamamlanmış ve yıkılmakta olan bir imparatorluğu başkalarının kucağına düşmekten kurtaran Cumhuriyet’e geçiş sürecini, II.Abdülhamid’in hiç beklemediği bir şekilde tahta geçmesi sonucu ortaya çıkan siyasi atmosfer hızlandırmıştır. Sultan, paranoyak korkularla savunmaya kalktığı imparatorluğu, çökme arifesinde ülkeyi yönetebilecek yeterli donanım ve tecrübeye sahip olmayan İttihatçı bir azınlığın eline teslim etmek zorunda kalmıştır. Yaşadıkları çağı yeterince doğru okuyamayan ve hayal dünyasında yaşayan İttihat ve Terakki halkı önce büyük paylaşım savaşının içine sürüklemiş ve sonrasında da enkaz altına bırakarak kaçıp gitmiştir (bir kısmı).
Bununla birlikte Balkan Savaşlarından itibaren yaşanılanların ve içinde bulunduğumuz çağın gerçeklerinin farkında olan münevverler her zaman vardı. Ancak iktidarın gücü ve hayalleri o kadar büyüktü ki, değil etraflarını, burunlarının ucunu bile göremeyecek kadar gerçeklikten bihaberdiler.
Cumhuriyet’le birlikte değişen devlet değildi; yönetim şekliydi. Bir ailenin tartışmasız hâkimiyetine dayalı yönetim biçimleri 19.yüzyıldan itibaren çağdaş dünyadaki işlevlerini kaybetti. Bu kayboluşun en erken simgesi 1776 Amerikan ve 1789 Fransız devrimleridir. Gerçi Fransa’da cumhuriyete hemen geçilemedi ancak yeni kıtanın insanları hanedanın hegemonyasını sırtlarından atmayı başardılar. Hanedana dayalı yönetim biçimleri bu dönemden itibaren Avrupa’da ya devrilmiş ya da sembolik ve magazinsel bir boyuta bürünmüştür. Aslında bir ailenin kral ya da sultan diye sembolik olarak var olması bile içinde bulunduğumuz çağın büyük utançlarından biri olmalıdır. Bununla birlikte birçok ve Asya ve Afrika toplumlarında hanedanlar ya da kutsal sanılan seçilmişler halkları yönetmeye devam etmektedirler.
Yüzyıl önce kazanılan zafer, sadece tarihsel süreçteki ömrünü tamamlayan bir yönetim şeklinin değil toplumun da değişimi anlamını taşıyordu. Mustafa Kemal ve yakınındakiler verdikleri mücadelenin sıradan bir askeri müdahale olmadığının, bilakis benzeri bir durumun bir daha yaşanmaması amacıyla tasarlanan, planlı, örgütlü ve açık hedeflere sahip bir devrim projesi olduğunu farkındaydılar.
Savaştan ve hanedanın yerine yeni bir devlet sisteminin konulmasından daha da önemli olan bu projeydi ve 18.yüzyıldan bu yana hayattaydı. İmparatorluk 17.yüzyılla birlikte bir yüzyıl önceki askeri hareket kabiliyetini kaybetmişti. Ancak 18.yüzyıl sonuna kadar Avrupa’nın ve bilinen dünyanın en önemli aktörlerinden bir olacaktı. Sahip olduğu bu siyasi güç kendini yenilemek isteyen tüm hareketlere engel olacak bir yanılsamaya sebep olmuştur. Bununla birlikte Osmanlı münevverleri çok erken tarihlerde bazı şeylerin yolunda gitmediğini fark etmeye başlamışlardı. Örneğin 1720’de Yirmi Sekiz Çelebi (ö.1732) bir vesileyle Paris’e gitmiştir. Ve gördüklerini Sefaretname’sinde anlatmıştır;
“Çelebi Mehmet gördüklerini adeta yeni bir dünya keşfetmiş gibi takdir ve hayranlıkla anlatır. Yeni teknikleri, bilim kurumlarını, askeri okulları, hastaneleri, rasathaneyi, teşrihhaneleri (anatomi laboratuvarlarını), limanları, karantina yöntemini, hayvanat bahçelerini, park, tiyatro ve opera gibi hiç bilinmeyen eğlence yerlerini anlatır. Bunlardan olumsuzca söz etmek yerine, acayip bulduklarını bile olumlu bir dille kaydeder. Örneğin, bir beyzadenin bile avamdan bir kadına saygı ile davrandığını söyler.”
Kaynak: Niyazi Berkes. Türkiye’de Çağdaşlaşma. Yapı Kredi Yayınları. İstanbul. 2014:33.
İşte yüzüncü yılı kutlanan zafer ve Cumhuriyet’in anlamı ile günümüzde yaşadığımız çatışmalar hatta gelecek yıl yaşayacağımız seçim, geçmiş ile geleceğin ya da gelenekle çağdaşlığın mücadelesi anlamını taşımaktadır. Kısaca söylemek gerekirse ülkemizde şu anda gelecek, Türkiye’nin geçmişten kopuş sürecini dayatmaktadır ve bu durum doğal bir çatışmaya yol açmaktadır.
Kolay değil içinde bulunduğumuz devleti kuran Türkler dokuzuncu yüzyıldan itibaren Orta Asya’dan Balkanlara kadar gelmişler. Kendi inançlarını dini ve siyasi nedenlerle Abbasi topraklarında karşılaştıkları Sünni Eşari dogmatizmine teslim etmişler, yüzyıllarca ayakta kalabilen bir imparatorluk kurmuşlardır. İslam coğrafyasında klasik din ekseninin dışındaki felsefe akımlarıyla temas edebilen birçok farklı düşünce yapısı bulunmaktayken aklını en dogmatik inanca teslim olmak daha başından günümüz dünyasının habercisiydi. Gerçi Osmanlı’nın ilk dönemlerinde geleneksel din dogmatizminin dışındaki inançlara yaşam alanı sunulmaya çalışılsa da güncel siyasetin içinde bunlar kendilerine yer bulamamıştır. Aynen günümüzdeki gibi…
Hal böyle olunca Osmanlı geleneği o kadar güçlü hale geldi ki, doğal olarak dönüşümün hızı bir o kadar yavaş oldu. Bir de buna değişimi zorlayan ekonomik, siyasi ve toplumsal baskıların zayıflığı da eklenince gelenekselin değişmesi için gerekçe bulmak daha zorlaşmaktaydı.
“Osmanlı rejiminin en önemli yanı, dinsellikten çok gelenekselliktir. Bu daha kapsamlı kavram hem din (yani İslamlık) hem de hilafet padişahlığı, Doğu despotizmi açılarını içine alan bir kavramdır. Birinci açıdan geleneksellik şöyle ifade edilir: düzen (Osmanlı deyimi ile “nizam”, “alem” ya da “nizam-ı alem”) Tanrı tarafından olduğu gibi konmuştur. Değişmez ve değiştirilmemelidir. Olduğu gibi tutulursa sonsuz ömürlüdür (“ebed-müddettir”). İkinci açıdan bu tür devleti kanun-ı kadim (en eski, ilk kanun) kuramı meşrulaştırır, yani onu Tanrı’nın koyduğu düzen yapar. Bu rejimin siyasi ilkesidir ve dinsel ilkeyle kaynaştırılmıştır.”
Kaynak: Niyazi Berkes. Türkiye’de Çağdaşlaşma. Yapı Kredi Yayınları. İstanbul. 2014:30.
Osmanlı toplumunda 19. yüzyıla kadar devlet ve onun kanatları altındaki sünni ulema o kadar güçlüydü ki değişim için fırsat yakalamak çok da mümkün olmadı. İnsanların çoğunluğu da yenilik arayan dinamik bireylerden olmadığı için değişim için toplumsal baskı neredeyse hiç yaşanmadı(Hala var olduğu söylenemez ya…). Burada Osmanlı askeri gücünün 19.yüzyıla kadar Bektaşilerin elinde olduğu hatırlatılabilir. Ancak bu akım siyasi iktidar mücadelesini ve buradaki dogmatik pozisyonunu, düşünsel zenginliğine tercih etmiş ve hilafetin düşmanı rolünü oynamıştır. Böylece alternatif olabilme ve dönüşüm olasılığını heba etmiştir.
Tanzimat, meşrutiyet ve cumhuriyet ile bu süreçte ortaya çıkan tüm değişimler geçmiş ile geleceğin çatışmasından ibarettir. Dünyanın birçok yerinde olduğu gibi toplum değişim yoluna girmiştir. Gelenek artık yaşamı belirleyebilecek bir söylem gücüne sahip değildir. Çünkü artık gelenek bilginin kaynağı ve sahibi değildir. Yazı, matbaa ve günümüzde internet, herhangi bir otoritenin bilgi üzerinde hegemonya kurmasına engeldir. Böylece insanlar ve toplumlar kendileri için neyin iyi olduğu neyin kötü olduğuna karar verebilirler. Yaşadıkları toplumun kurallarının gökyüzünden geldiğini söyleyen rahip sınıfına artık ihtiyacımız kalmadı. Bu arada insanların bireysel yaşamlarında inanca her zaman ihtiyaçları olacaktır. Bu ihtiyaçları karşılama esnasında kuşkusuz din adamları da olacaktır. Ancak içinde bulunduğumuz çağda siyasallaşmış dogmatik dini yapılar insanların hayatlarını yönlendiremeyecektir. Yani birileri okuduklarımıza, yediklerimize, içtiklerimize, paramızı harcayış tarzımıza, cinsel tercihlerimize, kısaca yaşam tarzımıza karışamaz. Yaşam tarzını dini ya da ladini inançlar çerçevesinde yaşamak isteyenler olabilir; istemeyenler de olabilir. Bu inanç tarzlarının hiçbiri diğerlerinin üzerinde belirleyici olamaz. Çünkü tüm siyasi bir role bürünmüş tüm dogmatik inançlar azınlıktır. Yani en az kendileri kadar başka siyasi yapılar da vardır. İnancı dayatmak ancak baskı ya da totaliter rejimlerle olabilir ki, bu ülkelerde bireysel özgürlük yoktur.
Bugün ülkemizde neredeyse iki yüzyıllık olan mücadele dogmatizme yaslanmış geçmiş ile şüpheciliğe yaslanan geleceğin kavgasıdır. İlerlemenin en önemli gücü şüphe edebilmektir. Şüphe eden yeni bilgi kaynaklarına ve yaşam biçimlerine ulaşır. Geçmiş kendini korumak ve geleneği değiştirmemek için büyük çaba sarf etmekte, her türlüğü şüpheciliği tekfir etmektedir. Ancak gelecek de artık geçmişte yaşanmayacağını görmüştür ve değişim için çabalamaktadır. Bu çatışma bir kere başlaya dursun değişim kaçınılmazıdır. Şimdiden o kadar çok şey değişti ki…
Bununla birlikte geleceğin de geleneğe tamamen sırtını dönmemesi ve değişim sırasında toplumun umudu için ihtiyaç duyabileceği gelişmeyi sağlayabilmesi gerekmektedir. Batıda olan tam da budur. Gelecek dünyayı keşfetmiş, hastalıkları yenmiş, yeni teknolojiler üretmiş ve insanlığın hizmetine sunmuştur. Doğal olarak da toplumlar ve insanların yaşam biçimleri değişime uğramıştır. Bu zorunluluk geçmişin bir daha gelememesi için gereklidir. İnsanlara eski konumlarına ihtiyaç duymayacakları bilgiyi üretemezseniz geçmişin eskimiş yüzüyle tekrar tekrar karşılaşırsınız..
Cumhuriyet’in ilk yüzyılında batı Avrupa’da görülen türde bir demokratik kültür üretebilseydik, bağımsız ve evrensel kurallarla çalışabilen hukuk sistemimiz olabilseydi, insanlarımıza dünya ve çağı ile temas kurabilecekleri nitelikte temel eğitim verebilseydik, devlet kaynaklarına yaslanmadan uluslararası düzeyde bilgi ve teknoloji üreten akademiler kurabilseydik, üretilen teknolojiyi yine devlete yaslanmak zorunda kalmadan dünyaya pazarlayabilecek firmalarımız olsaydı, ortalama bir insanımız dünyanın herhangi bir bölgesine turistik amaçla gezebilecek ekonomik düzeyde olabilseydi, bugün geçmiş karşımıza bu kadar kolayca çalışabilir miydi?
Düşünmeye değmez mi?
Yazıyı Nutuk’tan bir bölümle bitireceğim ne de olsa bugün 30 Ağustos;
“Birtakım şeyhlerin, dedelerin, seyitlerin, çelebilerin, babaların, emirlerin arkasından sürüklenen falcılara, büyücülere, üfürükçülere, muskacılara şanslarını ve yaşamalarını bırakan insanlardan meydana gelen topluluğa, uygar ulus gözüyle bakılabilir mi? Ulusumuzun gerçek niteliğini yanlış anlamda gösterebilen ve yüzyıllarca göstermiş olan bu gibi unsurlar ve kurumlar, yeni Türkiye Devleti’nde, Türk Cumhuriyeti’nde devam ettirilmeli miydi? Buna önem vermemek, ilerleme ve yenileşme adına, en büyük ve onarılmaz hata olmaz mıydı? İşte biz, Takrir-i Sükûn Kanunu’nun yürürlükte olmasından yararlandıysak, bu tarihi hatayı işlememek için, ulusumuzun adına olduğu gibi açık ve temiz göstermek için, ulusumuzun tutucu ve ortaçağ anlayışında olmadığını kanıtlamak için yararlandık.” Mustafa Kemal Atatürk…
Kaynak: Gazi Mustafa Kemal Atatürk. Gençler için fotoğraflarla Nutuk. Türkiye İş Bankası Yayınları. İstanbul;2016:597.
Coşkun Bakar, Hekim, Halk Sağlığı Uzmanı, Prof.Dr.
Kaynak: https://stock.adobe.com/hu/search/images?k=past+present+future
Yorumlar
Yorum Gönder