TIP EĞİTİMİ PROGRAMLARI İÇİNDE FELSEFEYE GEREK YOK!

“İnsan sanatlarının değer ve mertebe bakımından en üstünü felsefedir. Felsefenin tarifi: ‘İnsanın gücü ölçüsünde varlığın hakikatini bilmesidir.’ Çünkü filozofun bu bilgiden amacı gerçeğin bilgisini yakalamak, davranışın amacı ise sürekli fiil değil, gerçeğe göre davranmaktır. Çünkü biz gerçeğe ulaşınca [o yöndeki] fiilimiz sona erer. Biz sebeplilik bağıntısı olmadan gerçeğin bilgisini elde edemeyiz. Her şeyin varlığının ve sürekliliğinin sebebi gerçekliktir. Zira mahiyeti olan her şeyin gerçekliği de (inniyet) vardır. Şu halde mevcut mahiyetlerin zorunlu olarak gerçekliği vardır.” –el-Kindi; İlk Felsefe Üzerine– 
Kaynak: Mahmut Kaya. İslam Filozoflarından. Felsefe Metinleri. Kindi. Klasik Yayınları. İstanbul;2020:7.

Felsefeyle ilk karşılaşmam Çanakkale’de mümkün oldu. O vakte kadar sadece ismini duymuştum. İlk yıllarında, Tıp Fakültesi eğitiminin birinci sınıfında “Bilim Felsefesi” dersi verilmekteydi. Dersi İstanbul Üniversitesi’nden Prof.Dr.Cengiz Çakmak veriyordu. Bir süre derslerini takip ettim; açık olmak gerekirse çok da bir şey anlayamadım. Sanki o güne kadar varlığından haberdar olmadığım bir dil karşısındaydım. Öte yandan derslerden aldığım en önemli mesaj bu dile ihtiyacım olduğuydu...

İşim gereği öğrencilerime bilimsel araştırma dersleri anlatıyorum. Buna rağmen bilimin ne olduğunu bilmediğimi öğrendiğimde, felsefeyle temasım başlamıştı. Felsefe hayret etmekle başlar dememiş miydi filozof? Büyük bir ilgiyle karşıma çıkan tüm bilim tarihi kitaplarını okumaya başladım. Celal Şengör ile İlber Ortaylı hocaların bilim tarihi ile ilgili televizyon söyleşileri, heyecanımı daha da körükledi.

O günlerde, rızam olmamasına rağmen anabilim dalımıza bir uzmanlık öğrencisi kadrosu verildi. Aslında tıp fakültesinin sağlık hizmeti altyapısı henüz hazır olmadığından, uzmanlık eğitimine başlamamış olması gerekiyordu. Öte yandan bu gerçeklik, akademisyenlerin büyük bir bölümünü, üniversite ile yükseköğretim yöneticilerini çok da etkilememiş olsa gerek ki okulumuzda uzmanlık eğitimi başladı.

Halk sağlığı uzmanın en önemli rolü, epidemiyoloji bilgilerini kullanarak sağlıkla ilgili sorunları araştırabilmesi ve bu becerisini öğrencilerine öğretebilmesidir. Hülasa sağlıkla ilgili konularda bilim yapabilmeli ve bilim anlatabilmelidir. Oysa sahip olduğum eğitim ve tecrübelerimle bilimin ne olduğu konusunda iki kelam edebilecek durumda değildim. Sadece epidemiyoloji araştırma tekniklerini biliyor, onlara uygun veri toplayabiliyor ve bunların yayınlanabileceği dergilerin formatına uygun bir biçimde hazırlayabiliyordum. Bu nedenle verdiğimiz uzmanlık eğitimi programına bilim tarihi ve felsefesi dersleri ekledim. İlk uzmanlık öğrencimizin derslerini sonradan Dokuz Eylül Üniversitesi’ne giden Doç.Dr.Özlem Duva-Kaya hoca verdi. Derslerin bir kısmına ben de katılmıştım. Okumalarım beni adım adım felsefe tarihine doğru yönlendirmekteydi. Aynı zamanlarda karşıma Açık Öğretimde felsefe eğitimi almakta olan Prof.Dr.Metin Otkun hoca çıktı. Hoca sayesinde çok şey öğrendim. Kendi eğitimimi planlayarak yola çıktım ve halen bitmeyeceğini bildiğim yoldayım. Zaten felsefe de yolda olmak değil midir?

Yolda, rotamın yönünü belirleyen iki hoca oldu: Ahmet Arslan ile Dücane Cündioğlu. Ahmet Arslan’ın İlkçağ Felsefe tarihi isimli eseri benim filozoflarla tanışmamı ve yolumu geri dönülmez bir rotaya sabitlememi sağladı. Dücane Cündioğlu’yla pandemi öncesinde rastladığım “Youtube” seminer kayıtlarıyla tanıştım. Hocanın pandemi sürecinde yaptığı sunumlar ve “felsefedersleri.com” isimli internet sitesinde açtığı kurslarla düzenli bir felsefe öğrencisine dönüştüm.

Bununla birlikte felsefe eğitimi ile ilgili görüşlerim yol boyunca sürekli olarak değişti. Bu yazı, tecrübelerim ve felsefe okumalarımın yönlendiriciliğinde tıp eğitimi içinde felsefenin konumuyla ilgilidir. Önermem de şöyledir; Türkiye sınırları içinde ve 2022 yılında gelinen noktada, hekimlik pratiğinin ihtiyaçları göz önünde bulundurulduğunda, tıp eğitimi mezuniyet öncesi ve sonrası dönemlerde felsefeye ihtiyaç duymamaktadır.

“Hakikat daima toplumların kendilerini oluşturmak amacıyla ürettikleri masalların eleştirisiyle başlamıştır. Bilimin başlangıcı bu şekildedir. Tanrılar hakkında konuşurken doğa hakkında konuşmaya başlanılmıştır.”

Kaynak: Dücane Cündioğlu. Teke tek Bilim Programı, Fatih Altaylı, Habertürk TV Kanalı; 18.10.2020

Felsefenin birçok tanımı bulunmaktadır. Ancak özünde bir hakikat arayışıdır. Başlangıcı yerleşik inançların ya da mitlerin eleştirisine dayanır. Eleştirinin kaynağı doğadan elde edilir. Bir grup meraklı insan, MÖ.VI. yüzyılda Miletos’ta başlangıç (arkhe) üzerine akıl yürütürken kendilerini doğa felsefesinin kucağında buldular. O günlerden kalan şekliyle felsefe, “sophia”ya olan sevgi anlamında kullanılmaktadır. Ancak bu tanım, felsefeyi anlatan en zayıf tanımdır.

İçine doğduğumuz kültürel kodların “hikmet” olarak ifade ettiği felsefe Kindi’nin de bahsettiği gibi varlığın hakikatinin bilinebilmesidir. Hikmet sözcüğü Arapça yargıda bulunmak anlamında hükm mastarından gelmektedir. Hikmet sözcüğü “hâkim” ve “hekim” sözcükleri için de bir kaynak olmaktadır. Hekim ve hikmet sözcüğü arasındaki bu etimolojik ilişki aslında bu yazı için de önemli bir noktadır. Özellikle Antik Dönem ile Orta Çağ’da hekimlerle filozoflar arasındaki bağ bu ilişkinin bir kanıtı niteliğindedir. Ne zaman ki hekimlik mesleği çağdaş biliminin yönlendiriciliğinde olguları sayısal olarak takip eden soğuk bir uzmanlık disiplinlerine bölündü, tıp hikmetten hekim de filozoftan uzaklaşmaya başladı. Günümüzde uzman tıp doktoru olarak tanıdığımız meslek alanı için hekim kelimesini daha az kullanır hale geldik.

Felsefenin tanımına gelecek olursak, İslam coğrafyasında Yunan felsefesinin aklıyla düşünüp onların diliyle konuşan filozoflar altı tanım yapmışlardır. Bu tanımlara göre felsefe; (Seyid Hüseyin Nasr ve Oliver Leaman)  

1. Mevcut olmaları itibarıyla mevcut olanların bilgisidir.
2. Tanrısal ve insani olan şeylerin bilgisidir.
3. Ölüme sığınmaktır, ölümü sevmektir.
4. İnsanın gücü yettiğince Tanrısal olana benzemesidir.
5. Sanatların sanatı, ilimlerin ilmidir.
6. Hikmetin tercih edilmesidir.

İmgelemde oluşturulan mit ve inançlara karşı hayret edebilme yeteneği felsefenin başlangıcıdır.  Ussal olan felsefe, duyusal dünyanın zeminde oluşturulan imgesel olanın eleştirisiyle başlamıştır. Kendi öznel deneyiminde, önce mantığı (analitik-logic), daha sonra da olgusal ve matematiksel düzeyde bilimsel yöntemi üretebilen felsefe, günümüzde inanç ile bilimsel yöntemin arasında bir yere konumlanmaktadır. Bilimin olgusal dünyayı nesnel düzeyde açıklamaya, teknoloji ile de değiştirmeye çalıştığı düzlemde, inanç hayata anlam yükleme çabası içinde yer almaktadır. Bilim nesnel dünyayı olgusal düzlemde ve kanıta dayalı bir zeminde açıklamaya çalışmakta; din ise insanlara olması gerekeni dayatırken, yasak koyucu özelliği ile ön plana çıkmaktadır. Felsefe de tam bu noktada yaşamı kavramsal düzeyde ussal olarak açıklama peşinde olup, bilimin ürettiği olgusal sonuçlar ile inancın imgesel dünyasından beslenmektedir. Felsefe tümel düzeyde çözümleme yapar ve kavram üretir. Tanrısal olana benzemesi bu kavramsal yönüyle olsa gerektir. Öte yandan da kavramsal bakış filozofu olgusal olandan koparmaktadır. Olgusal olan duyusal olanın ve değişime açık olanın alanıdır. Kavramsal, tümelin ve ussal bütünlüğün alanıdır. Aristoteles, Farabi ve İbn-i Sina’nın Tanrısı tümellerle uğraşırken tikellerle ilgilenmezler. Bu durum onların Gazzali tarafından tekfir edilmesine yol açmıştır.

Aristoteles’e göre felsefe ya bir şeyi seyreder, temaşa eder (theoria, teorik, nazari); ya bir şeyi üretir, meydana getirir (poetik, sınai); ya da bir fiil ya da davranışta bulunur (pratik, ameli). Birincisinde teorik bilimler ortaya çıkar, bunlar içinde metafizik, fizik ve matematik bulunur. İkincisi sanat ya da zanaatlarla ilgilidir; bunlar içinde tıp, mimarlık ve diğer sanatlar yer alır. Üçüncüsünde insan eylemleri, davranışlar ve siteyle ilgili kararlar bulunur; bunlar ahlak ve politikadır. Burada yer alan birinci tür bilgide asıl anlamıyla (episteme) bizden bağımsız olarak var olan ve üzerinde herhangi bir etkimizin olamayacağı şeylerin, nesnelerin ve olguların özlerinin, doğalarının ve mahiyetlerinin bilgisi yer almaktadır. Nazari denilen bu bilgide hakikatin kendisi aranır. Eşyaların üzerinde yapacağımız müdahalelerle ya da düşünsel üretimlerle yararlı ve güzeli meydana getirmek zanaatın, poetik bilimlerin işlevidir. Üçüncüsü davranışlarımızın ve site içindeki kararlarımızın incelendiği praksis alanıdır. İyi, kötü, erdem ve cömertlik gibi kavramlara karşılık bulmaya çalışılır.

“Böylece bütün felsefe bir ağaç gibidir: Kökleri metafizik, gövdesi fizik ve bu gövdeden çıkan dallar da diğer bilimlerdir; Tıp, mekanik, ahlak. Burada kastettiğim ahlak diğer bilimlerin tam bir bilgisini isteyen ve hikmetin son basamağını teşkil eden en olgun ahlaktır. İmdi, nasıl meyveler ağaçların kökünden veya gövdesinden değil de, yalnız dallarından toplanırsa, aynı suretle felsefenin de asıl faydası, en son öğretilebilen bölümlerinden elde edilir.” –Rene Descartes–

Kaynak: Ahmet Cevizci.17.Yüzyıl felsefesi. Say Yayınları. İstanbul;2016:164.

Tıp pratiği, Aristoteles’in bilimler sınıflamasının üç alanıyla da ilişkilidir. Hastalıkların nedenselliğinin açıklanması theoria, hastaları tedavi etme uğraşı poiesis ve hekimlik pratiğinin ahlaki ve etik uygulamaları praksis alanını meydana getirmektedir.

Büyücülük, şamanlık, şifacılık gibi alanlardan gelişen tıp, bilimler içinde en eskiler arasındadır. Astronomi(kâhinlik), tıp(şifacılık) ile ölçme ve saymanın ilksel örnekleri, tarım toplumu ve yazıyla yaşıt olacak şekilde izlenebilmektedir. Ancak kısmen mistik yapısıyla ortaya çıkan şifacılık, tarım öncesi kabilelere kadar uzanmaktadır. Bu açıdan bakıldığında tıp ve astronomi pratiği felsefeden daha eskidir. Binlerce yıl şifacının elinde ve mistik bir zeminde deneme yanılma yoluyla uygulanan, soy ya da karmaşık erginlenme törenleriyle sonraki nesillere aktarılan tıp, bilimsel zeminini Hipokrat sonrasında, özellikle Galenos’un metinlerinde bulmuştur. MS.II. yüzyılda yaşayan Galenos bir yandan kendisine kadar ulaşan Hipokratik tıp metinlerini bir araya getirmiş, bir yandan sarayın ve gladyatörlerin hekimliğini yaparak pratiğini geliştirmiş, diğer yandan da o güne kadar gelişmiş felsefi literatürü, tıp pratiği içerisinde derleyerek hekim filozofların önemli temsilcilerinden biri olmuştur. Galen yaşadığı çağda hekimlik pratiğinin hocası olmasının yanında bin yıldan uzun bir süre Orta Çağ skolastik tıbbının da belirleyicisi olmuştur. Neredeyse 19.yüzyıl sonuna kadar Galen’in izinden giderek tıp ile uğraşan birçok hekim felsefeyle de uğraşmıştır. Aslında bu son derece normaldir. Felsefe temel olarak eşyanın özünü açıklama ve anlama işiyle uğraşmaktadır. Yani doğa ve insanla ilgilenmektedir. Doğa astronom ve fizikçilerin, insan hekimlerin sahasıdır. Felsefeyle ilgilenmek isteyen bir Orta Çağ insanı öncelikle Galen’in anatomisini, ruh ile ilgili çalışmalarını öğrenmeliydi. Yanlışlarla dolu ve Orta Çağ’da dogmatik hale Galen’in düzeltilmesi 16.yüzyıldan önce olamadı. Bunun için birilerinin insan diseksiyonu yapması, mikro canlıları gösterebilecek aletler geliştirmesi ve sağlık ve hastalık kavramlarına dört sıvı(Ahlât-ı Erbaa) inancı dışındaki bir pencereden bakabilmesi gerekmekteydi. Vesalius kendi gözleriyle gördüğü insanın içini çizdiğinde, Leeuwenhoek mikro canlıları görebilecek alet geliştirdiğinde, Harwey kanın vücut içindeki dolaşımını çözdüğünde, Jenner ilk aşıyı ürettiğinde ve Koch ile Pasteur mikrop kuramını geliştirdiğinde, tıp felsefeden kopmuş bağımsız pozitif bir bilim disiplini olarak hayatımızdaki yerini almıştı. Tarihin seyri izlendiğinde değişimin tıpla sınırlı olmadığı görülecektir. Kopernikle birlikte dünya merkezli evren, Galileo ile birlikte temel fizik kuralları sarsılıyordu. Aristoteles’in mantığı Bacon’un gözlem ve deneye dayalı bilimsel yaklaşımı, Descartes’in doğayı matematikle okuma yöntemiyle sorgulanacaktı. Felsefe olgusal ve matematiğe dayalı bilimsel yöntem karşısında metafizik alana çekilmeye zorlanacaktı. Buna bilimsel üretimin tapınak karşısında kazandığı zarif zafer de eklenince, bilim insanları Orta Çağ’ın rahiplerinin sahip olduğu gücü ellerine geçirmişlerdi. Tüm bunların yanında teknolojinin yarattığı kazanımlar, bilim insanının gücüne sinerjik etki kattığı gibi özgüveninin artmasına yol açtı. Tanrıya bile yüz çeviren yeni bilim, içinden doğduğu felsefeyi de yok saymıştır.

Tıbbın felsefeyle uzaklaşması bu noktada ortaya çıkmıştır. Yüzyıllarca filozof gömleğini sırtında taşıyan hekimler, 19.yüzyılın sonunda gömleklerini değiştirirken filozoftan da kurtuluyorlardı. Yeni gömlekleri bir yandan pozitif bilimlere dayanan uzman bilim insanı, diğer yandan hastaları tedavi eden uzman doktor kimliğini taşımaktaydı. Beraberinden çok büyük başarılar elde edildi. Binlerce yıldır insanların katili olmuş enfeksiyon hastalıklarıyla baş edildi. Sosyal ortamdaki değişmelerin de etkisiyle yaşam beklentisi tarih boyunca hiç görülmemiş derecede uzatıldı. Elde edilen başarılar yeni kuşak doktorların gücünü büyütürken, uzmanlık alanları da sürekli daralmaktaydı. Bırakın varlığın özünü, 20.yüzyılın uzman doktorları artık insanın özüyle bile ilgilenmiyorlardı. Sanki gerek de yok gibiydi…

Bu doktorlar, 20.yüzyılın ekonomi-politik arenasında iktidarların ve sermayenin arayıp da bulamadığı uzman görüntüsü çizmekteydi. Kendisine verilen standart çekirdek eğitimin ardından, ona uygun görülen koşullarda sadece başkasının verdiği soruları çözmeye çalışan, insanın özü ve içinde bulunduğu toplumun çelişkilerine akıl yormayan, bilimsel sorgulamayı iktidarın çizmiş bulunduğu sınırlar içinde yapabilen ve ötesine karışmayan uzman (sadece hekim değil tüm alanlarda) çağımızın yıldızıdır.

Bu yıldız ülkemizde üniversiteye kadar hobi düzeyini aşacak hiçbir entelektüel beceri geliştirilmesine izin verilmeden, dershanede ezberleyip testlerle kusması istenilen, sözde önde gelen zekâları arasından seçilmektedir. Ülkenin görünüşte en yüksek puanını alan öğrencileri, kendilerine verilen test seçeneklerinin izin verdiği ölçüde hakikatin belki kırıntılarına ulaşabilmektedirler.

Yukarıda felsefeyle tıbbın sınırlarını ve ilişkisini serimlemeye çalıştım. Sonrasında tıp eğitimi ve pratiğinde felsefenin yerini tartışmaya çalışacağım. Son yıllarda bu konuyla ilgili iki kitap yayımlandı. Bunlardan biri İstanbul Üniversitesi öğretim üyelerinin Nergis Erdoğan editörlüğünde hazırladığı “Hekime felsefe ne gerek?” isimli kitabı olup öğrenciye yönelik hazırlanmıştır. Diğeri de Bilgin Saydam ve Hakan Kızıltan’ın editörlüğünde hazırlanan “Hekimin filozof hali” isimli kitaptır. İki kitap da farklı yazarların hekimlik pratiği, bilimsel düşünce ve felsefeyle çakışacak konularla ilgili görüşlerinden ibarettir. İstanbul Üniversitesi öğretim üyeleri tarafından hazırlanan kitabının konu başlıklarını incelediğinizde bilim ve felsefe tarihi, felsefeyle ilgili özetler içermekle birlikte, bilimsel araştırma yapma, etik sorunlar ve tıbbi karar verme süreçleriyle ilgili temel konularda tıp öğrencilerinin bilgilendirilmesini amaçlamaktadır. Kitap 2030 yılında bir hekimin olağan bir gününün resmiyle başlamaktadır. Dr.Cenk Aymur’un günü bir yandan yapay zekânın sağladığı bilgi konforuyla kolaylaşırken, diğer yandan aynı yapay zekânın yarattığı bilgi keşmekeşi içinde felsefenin klasik sorularıyla bitirmiştir.

“Aslında kesin bir bilgi diye bir şey var mı?... Ya şimdi bilgi dediği tanı ve tedavilerin de yarısı çöpse? İşini yapmak istiyorsan tek seçeneğin var, belirsizliğin seni felç etmesine izin vermeden ve belirsizliğe tahammül ederek gerekeni yapacaksın.”

Kaynak: Nergis Erdoğan (Editör). Hekime Felsefe Ne Gerek? Bilgi, Bilim ve Yöntem Hakkında. Nobel Tıp Kitabevleri. İstanbul;2021:xi.

Diğer kitap konuyu farklı açılardan ele almaya çalışmış. Felsefeyle tıbbın ilişkisini sunmuş, postmodern söylemde tıp felsefesinin ilişkisini tartışmış, ölüm, genetik, ideoloji gibi konuları tıp söylemi üzerinden ele almış. Aslında bu yazıda tartışmayı bu iki kitabın eleştirisi üzerine oturtmak istiyordum; ancak her zamanki gibi konuyu uzattığım için çok mümkün olmayacak. Meraklıları için kitapların künyesini verdim, alıp okurlar… Şunu söylemeden geçmeyeceğim, bu kitaplarda felsefe olarak tartışılan konular pratik felsefeye daha yakın gibi görülüyor. Yazarlar hekimlere, mesleki pratikleri içinde iyi ve güzel ile ilgili konuları göz ardı etmeme mesajını vermeye çalışıyorlar. Bu önemli bir nokta  ve kesinlikle göz ardı edilmemeli.  Öte yandan böyle olunca da felsefe poetik ve pratik alana sıkıştırılıyor. Konular olgusal alanda tartışılıyor ve kavramsal düzeye ulaşmak zorlaşıyor. İstanbul Üniversitesi’nin kitabının asıl kaygısı ise felsefeden çok bilim okuma ve yapma pratiği. Tabii ki iki kitapta da felsefi sorulara yer veriliyor. Ancak teorik felsefe bundan biraz daha fazlası...

Tıp insan ve toplum sağlığı ile ilgilenir. Bunu yaparken de olgulardan yola çıkarak bilimsel yöntemi kullanır. Nesnesi hastalar ve hastalıklardır. Felsefe ise daha üsten bakar, sağlık ve hastalık kavramları üzerine kafa yorar. Tıp bu kavramların olgusal yönüyle ilgilenirken tikeller üzerinden yürür. Felsefe tikellerle uğraşmaz. Zira ussal bir eylemdir. Us, bilgisi duyusal yolla elde edilen değişen olgularla ilgilenmez. Kimin hasta olduğuna bakmaz, hasta kavramını düşünür, hatta hastalık. Varlığın özüne inmeye çalışır. Sağlıklı, hasta, iyi, kötü ilinekleriyle tanımlanan tikel insanların ardındaki insanlığın özüne yükselmeye çalışır. Bunu yapmak içinde hem pratik hem de poetik felsefenin malzemelerini kullanır hem de kendisinden pratik ve poetik felsefeyi üretir. Descartes’in ağacını hatırlayınız…

Tıp ile olguları nedensel olarak açıklamaya çalışan bilim sanatının uygulayıcıları için bu kavramların neredeyse hiçbir önemi yoktur, olamaz da... Onlar hastaları tedavi etmeye veya bilim yapmaya çalışırlar ve günlük hayatta kavramsal olarak düşünmeye ihtiyaçları yoktur. Günlük pratik içinde bulunan uygulayıcıların yaşamı olgusal olan değişime açık olan alana aittir. Toplumun büyük bir kısmı için de bu durum geçerlidir. Burada kavramsal düşünme yoktur. Bilim de bu alandadır. Zira olgusal dünyadaki olayları açıklamaya çalışır. Heidegger “Bilim düşünmez derken” bunu kastetmeye çalışır. Tıp bilimi yüksek tansiyonun nedenini ve tedavisini açıklamaya çalışır; sanatı ise hastayı tedavi etmeye. Bunu yaparken de bilimin sonuçlarını kullanır, kanıta dayalı tıp bu noktada sahneye girer. Burada teorik felsefeyle ilgili bir durum yoktur; çünkü kavram yoktur. Hiçbir bilim insanı ya da hekim hastalık ya da sağlık kavramı üzerine akıl yormaz.

Yazının başında oluşturduğum “tıp eğitiminde felsefeye ihtiyaç yoktur” önermesine gelebiliriz. 21.yüzyıldayız, tıp pratiği pozitif bilimlerin yarattığı bilgi yığınına ve teknoloji zenginliğine yaslandıkça, varlığı bütününü düşünmekten uzaklaştı. Bilgi yığını arttıkça uzmanlık alanlarına atomize oldu. Atomize oldukça organizmadan hücre alanına kadar küçüldü. Böylece insanı bütün halde göremediği gibi insanlığa bakmayı ihmal etti. Bununla birlikte bütünden uzaklaştırırken, insan genomuna kadar uzanan ayrıntılara ulaşmayı kolaylaştırması açısından da yadsınamaz sonuçlar doğurdu. Bu sonuçlar teknolojiye de yansıyınca tıp sektörü tarihte görülmemiş bir kâr alanı üreten noktaya geldi. Güç, tıbbın ve doktorunun bu yeni konumunu çok sevdi. Bir yandan modern ve geleneksel tıp üzerinden yüksek kâr ve pazarlara ulaşma olanağına sahip olurken, öte yandan temel çelişkilere akıl yürütemeyen hekim ve bilim insanı gücün istencini yerine getirmeye çalışan hizmetçiler pozisyonuna geldi. Çok geçmeden tıbbın uygulanma biçimi kanıta dayalı tıp adı altında, eğitim de standardize yöntemlerle şekillenmeye başlandı. Hem de felsefenin binlerce yıldır kullandığı terminolojileri gasp ederek. Şüphe, eleştirel okuma, sorgulama, kanıtlar arasındaki hiyerarşi sanki binlerce yıldır aklın düşünce evrimi içinde hiç olmamış gibi yeniden ve yeniden kullanıma sunuldu. Ancak tıbbın yeni pozisyonunda öncelikli olan hakikat değil, yararlı, faydalı ve iyi olanın uygulamaya geçirilmesi ve ondan kâr elde edilmesiydi. Oysa hakikati değerli kılan faydalı ya da yararlı olması değildir; hakikat olmasıdır. Hakikat özü itibarıyla aranır, ikincil bir sebebe ihtiyaç yoktur. Felsefe de bu hakikate olan aşka yönelişin adıdır. Bir anlamda ütopik bir arayıştır. Ancak bu ütopik aşk, mitolojinin içinden logosu çıkardığı gibi, kendi içinden de mantığı (analitik düşünceyi), metafiziği, fiziği, sanatları ve bilimi çıkarabilmiştir. Bu sonucu kendisi dâhil her şeyi korkmadan sorgulayabilme becerisine borçludur. Bu sorgulama yolda çok büyük kazalara da yol açmıştır. Ancak kazalar filozofları daha da şüpheci yapmaktan başka bir işe yaramamıştır. Yazıyı yine felsefenin kadim bir yöntemiyle kapatalım; sorularla…

Tıp kendisi dâhil her şeyi sorgulamak gibi bir amaca sahip mi?

Sağlık, insan, insanlık ve toplum gibi kavramlara yükselmek istiyor mu?

Yoksa sadece hastalıkları ve hastalara mı odaklanmak istiyor?

Hekimlik mesleği kendisini günlük pratikte tedavi teknisyenliğinden kurtaracak ve uygulamalarını sorgulayacak kuşku ırmağında mı yüzmek istiyor? Ya da tedavi protokolleri ve rehberlerin sağladığı güven ortamındaki dogmatik ruh dinginliği gölünde mi kulaç atmak istiyor?

Bu ve benzeri sorulara verilecek cevaplar tıp eğitiminde felsefenin konumunu planlamanız için gerekli verileri sunacaktır.

Yirmi yıldır tıp fakültesinde eğitim ve bilimsel araştırmalar yapıyorum; uzman görüşü düzeyindeki mesleki tecrübelerime göre Türkiye’de tıp eğitiminde ve pratiğinde felsefeye ihtiyaç yoktur. Felsefe bu topraklarda doğdu ve yeşerdi; ancak daha sonrasında bir grup entelektüel elit dışında kimsenin ilgisini çekemedi. Bu topraklarda tapınak, saray ve toplum felsefeyi hiçbir zaman içine sindiremedi. Sonuçlarını da hep birlikte yaşıyoruz galiba…

Yazıma Dücane Cündioğlu’nun 2008 yılında yazdığı “Zavallı tıp, bir felsefesi bile yok!” başlıklı yazısından alıntıyla son veriyorum…

“Hekim hakîm olmalı ki insanın iskeletini tanıdığı kadar onun özünü de tanısın, tanıyabilsin, tanıma imkânı bulsun. Hastasının klinik verilerine değer atfettiği kadar, bakışlarındaki hüzne de değer atfetsin. Kim bilir belki bu sayede bir gün o hüzünlü bakışlarda, hasta bakışlarda, hastalıklı bakışlarda kendi özünü de görebilir; tıbbın özünü... hekimliğin, hikmetin özünü... insanın, insanlığın özünü...

Hz. İnsan''ın özünü...
Zavallı tıp, felsefesiz, hikmetsiz, ruhsuz.
Tedaviye muhtaç. Tıb ve Tabib.
Evet, sağlığa muhtaç. Hekim ve Hakîm.”

Kaynak: Dücane Cündioğlu. Zavallı tıp, bir felsefesi bile yok! Yeni Şafak. 08 Haziran 2008. Erişim adresi: https://www.yenisafak.com/yazarlar/ducane-cundioglu/zavalli-tip-bir-felsefesi-bile-yok-11286 Erişim tarihi: 18.05.2022.

 
Coşkun Bakar, Hekim, Halk Sağlığı Uzmanı, Prof.Dr.

Kaynaklar:

Mahmut Kaya. İslam Filozoflarından. Felsefe Metinleri. Kindi. Klasik Yayınları. İstanbul;2020
Ahmet Cevizci. 17.Yüzyıl felsefesi. Say Yayınları. İstanbul;2016
Hikmet. Türkiye Diyanet Vakfı İslam Ansiklopedisi. Erişim adresi: https://islamansiklopedisi.org.tr/hikmet
Hekim. Nişanyan Sözlük. Erişim adresi: https://www.nisanyansozluk.com/kelime/hekim
Seyid Hüseyin Nasr ve Oliver Leaman.  İslam Düşünce Tarihi. İslam Felsefesi Tarihi Cilt 1. (Çev: Şamil Öçal-Hasan Tümay Başoğlu). Açılım Kitap. İstanbul;2007.
Ahmet Arslan. İlkçağ Felsefe Tarihi, Aristoteles. İstanbul Üniversitesi Bilgi Yayınları. İstanbul; 2014.
M.Bilgin Saydam ve Hakan Kızıltan(Editörler). Hekimin Filozof Hali. İthaki Yayınları. İstanbul; 2018.
Nergis Erdoğan (Editör). Hekime Felsefe Ne Gerek? Bilgi, Bilim ve Yöntem Hakkında. Nobel Tıp Kitabevleri. İstanbul;2021.
Dücane Cündioğlu. Zavallı tıp, bir felsefesi bile yok! Yeni Şafak. 08 Haziran 2008. Erişim adresi: https://www.yenisafak.com/yazarlar/ducane-cundioglu/zavalli-tip-bir-felsefesi-bile-yok-11286 Erişim tarihi: 18.05.2022.


Kaynak: http://ducanecundioglusimurggrubu.blogspot.com/2013/03/zavalli-tip-bir-felsefesi-bile-yok.html


Yorumlar

  1. Hocam kaleminize sağlık. Sizleri okurken kendi ülkemdeki ilahiyat alninindaki uğraşları hatırladım. Kavramları bıraktık, tümelleri bıraktık. Tikellere o kadar daldık ki sevap üreten ritüelleri keşfeden ve bunları topluma en çok ve güzel anlatanlarin ilgi odağı olan bir fabrikalara döndük.

    YanıtlaSil

Yorum Gönder