MİTOLOJİ, FELSEFE VE BİLİMİN EN ESKİ SORUNLARINDAN BİRİ: DÜNYANIN YAŞI...

 

YER-GÖK VE TİTANLAR –HESİODOS - TEHEOGONİA

YARATILIŞ – ESKİ AHİT

Khaos’tu hepsinden önce var olan,
Sonra geniş göğüslü Gaia, Ana Toprak,
Sürekli, sağlam tabanı bütün ölümsüzlerin,
Onlar ki tepelerinde otururlar karlı Olympos’un,
Ve yol yol toprağın dibindeki karanlık Tartaros’ta,
Ve sonra Eros, en güzeli ölümsüz tanrıların,
O Eros ki elini ayağını çözer canlıların,
Ve insanların da tanrıların da ellerinden alır
Yüreklerini, akıl ve sistem güçlerini.
Kahaos’tan Erebos ve Karanlık Gece doğdu
Erebos’la sevişip birleşmesinden.
Toprak bir varlık yarattı kendine eşit:
Dört bir yanını saran Uranos, yıldızlı Gök’ü,
Mutlu tanrıların sürekli, sağlam yurdunu…
Yüksek dağları yarattı sonra,
Konaklarında tanrıçalar oturan dağları…

Başlangıçta Tanrı göğü yarattı.
Yer boştu, yeryüzü şekilleri yoktu; engin karanlıklarla kaplıydı.
Tanrı’nın ruhu suların üzerinde hareket ediyordu.
Tanrı “Işık olsun” diye buyurdu ve ışık oldu.
Tanrı ışığın iyi olduğunu gördü ve onu karanlıktan ayırdı. Işığa “Gündüz”, karanlığa “Gece” adını verdi. Akşam oldu, sabah oldu ve ilk gün oluştu.
Tanrı, “suların ortasında kubbe olsun, suları birbirinden ayırsın” diye buyurdu. Ve öyle oldu. Tanrı gök kubbeyi yarattı. Kubbenin altındaki suları üstündeki sulardan ayırdı…
Gök ve yer bütün ögeleriyle tamamlandı. Yedinci güne gelindiğinde Tanrı yapmakta olduğu işi bitiridi. Yaptığı işten o gün dinlendi. Yedinci günü kutsadı. O günü kutsal bir gün olarak belirledi…

Hesiodos. Theogonia, İşler ve Günler. (Çev: Azra Erhat, Sabahattin Eyüpoğlu). Türkiye İş bankası Kültür Yayınlar. İstanbul, 2018.

Kutsal Kitap. Eski ve Yeni Antlaşma (Tevrat, Zebur, İncil). Kitabı Mukaddes Şirketi. Korea, 2018.

Dünyanın yaratılışı, aklını gündelik yaşamın dışındaki konularla meşgul edebilen insanın en eski sorunlarından biridir. Özellikle üzerinde yaşadığımız kürenin yaşı, felsefeyle uğraşan birçok insanı kendi etrafında tavaf ettirmeyi başarmıştır. Elimizdeki kayıtlar dünyanın yaratılışı üzerine ilk konuşanların şair ve ozanların olduğunu göstermektedir. Bunlar aynı zamanda mit üreticisi de olduklarından, günümüzde yaşayabilen kurumsal dinlere kaynaklık etmişlerdir. Özellikle Mezopotamya’da üretilen yaratılış mitleri, bu bölgede yaşayan halklar üzerinden Sami kökenli dinlerin kozmolojilerini etkilemiştir.  

Enuma Eliş
1. Henüz yukarının adı gökyüzü değil iken,
2. Aşağıya yeryüzü denmez iken,
3. Apsû vardı. [Tanrıların] ileri geleni, babasıydı o.
4. Ve onların hepsini doğuran Tanrıça Tiâmat vardı.
5. Ve [Apsu ile Tiâmat] sularını birbirine karıştırdılar.
6. Henüz [tanrılar için] bir gipâru-evi(Tapınak evi) bile yapılmamıştı, kamış-evler kurulmamıştı.
7. Tanrıların hiçbiri ortada yok iken,
8. Esamileri okunmuyor iken, kaderler yazılmamış iken,
9. Suların içinde tanrılar yaratıldı.
Babil Yaratılış Destanı-Enuma Eliş- (Çev:Selim F.Adalı, Ali T.Görgü). Türkiye İş bankası Kültür Yayınlar. İstanbul, 2018.

Binlerce yıl boyunca, insanın dünyanın yaratılışına dair sorularını, mitolojik-dinsel anlatımlar tatmin etmeye çalıştı. Aslında bu anlatım tarzı düşünce evriminin de ilk basamağını oluşturdu. İnsan doğada karşılaştığı olayları ve kendi tarihini uzunca bir zaman sözlü kültürle aktardığı poetik anlatım biçimiyle geleceğe taşımaya çalıştı. Önce yazı daha ardından da felsefenin ortaya çıkmasıyla poetik anlatım biçimlerinden farklı düşünce ve söz sanatlarını geliştiren insan, günümüze kadar dünyanın yaratılması konusundaki mitolojileri ve özellikle de Sami dinlerindeki ortak kozmolojiyi çok da aşamadı. Bunula birlikte bu mitik anlatım biçimlerinden sürekli olarak şüphe duydu ve başka açıklamalar aradı…

MÖ 6-4. yüzyıllar arasında yaşayan filozof olarak isimlendirilen insanlar, mitolojiye şüpheyle bakma geleneğinin öncülleridir. Bunlardan Anaksimandros (MÖ.610-547) yüksek tepelerde gördüğü deniz hayvanlarının fosillerinden yola çıkarak, üzerinde bulunduğu toprağın bir zamanlar suyla kaplı olduğunu ve yaşamın da bu sudan ortaya çıkmış olabileceği düşündü. Klazomenai’de doğduğu düşünülen Anaksagoras (MÖ.500-428) bir göktaşından yola çıkarak güneş ve ay gibi cisimleri dünya ile benzer olabileceğini söylemesi üzerine felsefenin kökeni sayılan Atina’da dinsizlikle suçlanmış ve hayatını kurtarmak için Lampsakos’a (Çanakkale-Lâpseki) kaçmıştır.

Dünyanın yaratılışı ile ilgili tartışmalar ve düşünceler günümüzde de bilimin tartışma konusu olmaya devam etmektedir. Öte yandan Lord Kelvin olarak da bilinen William Thomson (1824-1907) tarih sahnesindeki yerini alasıya kadar, bu soruya bilimsel yönteme dayanan bir yanıt geliştirme onurunu kimse alamamıştır.

Lord Kelvin, 1824 yılında Belfast’ta (Kuzey İrlanda) dünyaya geldi. Glasgow ve Cambridge’de fizik ve matematik öğrenimi gördü. 1866 yılında Atlantik telgraf kablosunun döşenmesi işinde çalıştı; manyetik pusulanın hassasiyetini arttıran işler çıkardı. Şövalye ve asalet unvanıyla ödüllendirildi. Unvan olarak da Glasgow Üniversitesi yanındaki Kelvin deresinin ismini seçti. Hayatı boyunca 70 patente sahip olmuş ve 600’den fazla yazı yayınlamıştır. Isı ve sıcaklıkla ilgili çalışmalar yapan Lord Kelvin’in bu makaledeki değeri dünyanın yaşıyla ilgili düşünceleridir.

Dünyanın yaşı tartışmaları her dönemde özellikle de filozofların ilgisini çekmekle birlikte 19.yüzyıl sonlarına kadar doğa filozofları tarafından çok da tartışılan bir konu olmadı. Konuyla ilgilenen filozofların bazıları dünyanın yaşının çok uzun olduğunu düşünmekle birlikte, kanıt üretebilecek bir yöntem ancak 20.yüzyılda geliştirilebildi. Böyle olunca da insanlık mitlerin açıklamalarıyla yetinmek durumunda kaldı. Aslında dünyanın yaşlı ya da genç olması tarih boyunca insanların tamamına yakınını hiç ilgilendirmedi. Günümüzde bile sınırlı sayıdaki birkaç disiplin dışında bilim dünyasındaki insanlar bile bu konuya çok da kafa yormuyorlar. Dünyamızın ne kadar süredir evrende bulunduğu bilgisi sıradan insanın pratik hayatı için bir anlam taşımıyor gibi görülmektedir. Ancak hiç de öyle değildir; öncelikle bilim dünyasının evrenin ve dünyanın oluşum sürecinin ana hatlarını anlaması, mikro düzeyde uğraştıkları bilim pratiğini yönlendirmesi açısından değerlidir. Diğer yandan evrenin ve dünyanın bırakın oluş sürecini, bunun isimlendirilmesi bile (yaratılış ya da oluş) toplum içinde binlerce yıldır hüküm süren iktidar toplum ilişkilerinin kurgulanmasının ardında yatan kozmolojik açıklamaları anlamlı ya da anlamsız kılma gibi bir etkisi bulunmaktadır. Bu da içinde yaşadığımız toplum, devlet ilişkilerimizi ve de ahlak anlayışımızı belirleyen sonuçlara yol açmaktadır.

Nasıl mı? Önce dünyanın yaşı tartışmasına göz atalım mı?

İnsan dünyanın yaşını öğrenmek istediğinde elindeki ilk kaynak dini metinlerdir. Bu metinler bir şekilde Tanrı’dan geldiği için açıklamaları da kesin doğruluğa sahip olmalıydı. Bu metinlerde dünyanın yaşını gören ilk kişi İrlandalı psikopos James Ussher’di (1625-1656). Ussher dünyanın yaşını merak eden birçok sıradan insandan biriydi. Din adamı olduğu için elinde dini metinler bulunmaktaydı. Muhtemelen bu metinlerdeki açıklamalara evrensel gerçekler olarak bakıyordu. Hal böyle olunca çok akıllıca bir şey yaptı ve Eski Ahit’e başvurdu. Eski Ahit’i okuduğunuzda yaratılış gününden başladığını ve peygamberlerin soyunun neredeyse ilk insandan itibaren izlendiğini göreceksiniz:

“Adem’den Nuh’a (ITa.1:1-4):

Adem soyunun öyküsü: Tanrı insanı yarattığında onu kendisine benzer kıldı. Onları erkek ve dişi olarak yarattı ve kutsadı. Yarattıkları gün onlara “İnsan” adını verdi. Adem 130 yaşındayken kendi suretinde, kendisine benzer bir oğlu oldu. Ona Şit adını verdi. Şit’in doğumundan sonra Adem 800 yıl daha yaşadı. Başka oğulları, kızları oldu. Adem toplam 930 yıl yaşadıktan sonra öldü…”

Kutsal Kitap. Eski ve Yeni Antlaşma (Tevrat, Zebur, İncil). Kitabı Mukaddes Şirketi. Korea, 2018.

Anlatı böylece Yahudilerin peygamberi Musa’ya kadar uzar gider. Ussher bu bilgileri, tarihsel olayları ve gökbilimsel bazı döngüleri de kullanarak dünyanın yaşını net bir şekilde buldu: Milattan Önce 22-23 Ekim 4004 (1650 yılında)... Aslında saat de verdi ama burada ona girmeyeceğim. Dönemin doğa filozoflarının temel eğitimi teoloji olduğundan tarih, felsefe çevrelerinde kabul görmüştür. Hatta William Whiston (1667-1752) isimli bir matematikçi bu hesaptan yola çıkarak, Nuh tufanının MÖ 4004 yılının 28 Kasım’ında yaşandığını hesaplamıştır.

Bu hesap, içinde bulunulan çağın bilgi düzeyi, doğa filozoflarının eğitim durumu ve mantıksal açıdan bakıldığına akla dayanır. Hem Ussher hem de Whiston günümüzün bilim insanlarına benzer tarzda yöntem kullanmışlardır. Bir olayın ne zaman yaşandığını merak ediyorsunuz ve kanıtlar arıyorsunuz. Elinizde doğruluğundan kuşku duymadığınız, Tanrı’dan geldiğine inandığınız Eski Ahit bulunmaktaysa ve bu Ahit bir tarih kitabı netliğinde olayları zaman da vererek anlatıyorsa, buradaki tarihlere başvurarak dünyanın yaşını hesaplarsınız. Eğer Eski Ahit gerçeği anlatabilme becerisine sahip olmuş olsaydı sorun yoktu…

Ancak sorun vardı… O güne kadar yeryüzünün dini metinlerde anlatılan tufan gibi yıkıcı olaylarla şekillendiği sanılıyordu. Georges-Louis Leclerc Comte de Buffon (1707-1788) dünyanın yaşının bu tahminden daha fazla olduğunu ilk gören kişilerden biridir. Doğa tarihi üzerine çalışan Buffon dünyanın eskiden bir eriyik kütle olduğunu ve soğuması için 75.000 yıla gereksinimi olduğunu düşünüyordu.

Dünyanın yaşını arayanlardan birisi de Benoit de Maillet’ti (1656-1738). Maillet deniz seviyesinde yaptığı gözlemlerle dünyanın yaklaşık 2 milyar yaşında olması gerektiğini ileri sürdü. Maillet saldırılardan korktuğu için çalışmasının sonuçlarını hikâye şeklinde hazırlasa da yayınlayamadı. Kitabı ölümünden 10 yıl sonra basıldı ve çok da okunmadı…

Dünyanın oluşumunu açıklamaya çalışan girişimler içinde jeolog olan Sir Charles Lyell (1797-1875) ayrıcalıklı bir yere sahiptir. O güne kadar dünyanın oluşumu ile ilgili olarak dini düşüncenin de arkasında durduğu –tufan mitini canlı tutan– felaket açıklaması kabul görmekteydi. Lyell yeryüzünün oluşumu için felaketlerin şart olmadığı ve yeryüzünün son halinin halen etkin olan güçlerle açıklanabileceğini öne sürdü. Bir örneklikçilik olarak adlandırdığı kuramına göre yeryüzü şekillerinin oluşumu sona ermemiş halen devem etmekteydi. Bu kuram 19.yüzyılda yerbilimciler arasında kabul görmüştü.

William Thomson’un hayatında ısı konusunun özel bir yeri vardı. Konuyla ilgili ilk çalışmalarını 18 yaşında yayınlamıştı. Uygulamacı ve pratik yanı bir tarafa matematiğe olan ilgisi de dikkat çekiciydi. Isıyla ilgili çalışmaları ve öğrenciyken incelediği Joseph Fourier’in (1768-1830) makalesi Thomson’da yeryüzünün sıcak bir akışkandan, günümüzdeki haline doğru evrilen bir süreçten geçtiği düşüncesine neden olmuştu.

19. yüzyılla birlikte gelişen madencilik uygulamaları Thomson’un düşüncesi için gözlem düzeyinde kanıt sunuyordu. Bir madende yeri ne kadar derin kazarsanız ısı o kadar artıyordu. Bunu açıklayacak başka açıklamalar olsa da, Thomson yerin iç kesimlerinden dışarıya doğru ısı akışı olduğunu düşünüyordu. Thomson, dünyanın ısı enerjisi boşalttığına ve bunun geri kazanılabilir olmadığını iddia ediyordu. Bu enerji kaybı doğal sistemin çöküşü anlamına gelmekteydi. Thomson, 1851 yılında yayınladığı çalışmasıyla termodinamiğin ikinci yasasını ortaya koydu. Böylece Thomson sonsuza kadar çalışacak makinenin yapılmasının neden zor olduğu düşüncesine kanıt sunuyordu. Sadece makineler değil güneş sistemindeki diğer unsurlarda eninde sonunda yok olacaklardı.

Thomson düşüncesini Dünya’nın başlangıçta Güneş’in bir parçası olduğu, koptuktan sonra da sürekli olarak soğuduğu varsayımı ile başladı. Merak ettiği konu sistemin bugünkü halini daha ne kadar sürdüreceğiydi? 1842 yılında yazdığı bir makalede hesaplamanın ileriye değil geriye doğru yapılması olasılığını ele aldı. Dünyanın yaşını hesaplamak için bilimsel bir yöntem olasılığı da ortaya çıkmıştı. Glasgow Üniversitesine atandığı 1846 yılında dünyanın yaşının yaklaşık 100 milyon yıl civarında olduğunu ileri sürdü. Hesaplama hatalarını göz önünde bulundurduğunda bu sürenin 20-400 milyon yıl civarında olması gerektiğini düşünüyordu.

Jeologların yaptığı çalışmalar ile Darwin’in henüz ortaya dökülen bulguları için bu süre çok kısaydı. Sadece evrimi düşündüğünüzde bile 100 milyondan çok daha fazla yıla ihtiyaç vardı. Bu yüzden olsa gerek Thomson evrim kuramını kabul etmeyenler safında yer aldı. Bu karşıtlığı yaratılışçılar tarafından kendi lehlerine bir propaganda malzemesi olarak kullanıldı. Oysa Thomson hiçbir zaman yaratılış söylenceleriyle ilgilenmemişti.

Tartışma alevlenince 1869 yılında Londra Jeoloji Derneğinde Thomas Henry Huxley (1825-1895) ile bilimsel bir tartışmaya katılacaktı. Thomson’un evrim kuramına yaklaşımı ve Huxley’in savunma biçimi, onu evrim kuramını reddedecek bir noktaya sürükledi. Thomson yaşamın ancak yaşamdan başlayacağını düşünüyordu. Ortaya attığı tek çözüm uzaydan yaşam taşıyan meteorların yeryüzüne yaşam aşıladığı şeklindeydi. Huxley bu düşünceye Joseph Dalton Hooker’a (1817-1911) yazdığı hoş bir mektupla yanıt veriyordu;

“Thomson’un yaratılışçılığı hakkında ne düşünüyorsunuz?... Ulu tanrı işsiz güçsüz bir oğlan çocuğu gibi deniz kıyısında oturup (tohum taşıyan) meteorlar fırlatıyor. Çoğunda ıskalıyor, ama bazen de bir gezegene isabet ettirdiği oluyor.”

Hal Hellman. Büyük Çekişmeler. Bölüm V. Darwin’in Buldoku Dalkavuk Sam’a Karşı. TÜBİTAK Yayınları. Ankara, 2008: 127.

Hall Helman, Büyük Çekişmeler isimli kitabında tartışmanın devam ettiğini, Mars’tan dünyamıza ulaşan meteorda yaşam izi olabileceğini belirtmektedir. Bu tartışmayı ilgili bilim alanlarına bırakarak konuya devam ediyorum.

Tartışma devam etti, bilim çevrelerinde Thomson önde gibiydi. Britanya Bilimi Geliştirme Derneği Başkanı Lord Salisbury (1830-1903), Kelvin’in teorisinin evrime yönelik en önemli itirazlardan biri olduğunu söylüyordu: Jeologlarla biyologların, gençliğinde zorla gösterdiği feragati telafi etmek için bolluğa kavuşunca har vurup harman savuran bir mirasyedi gibi milyonlarca yılı müsrifçe harcadıklarını söylüyordu.

19. yüzyıl sonuna yaklaşıldığında yeni gelişmeler her zaman ki eski bilgileri sarsıyordu. Kelvin bile dünyanın yaşının 4 milyar yıl olması gerektiğini düşünmeye başlamıştı. Diğer yandan Kelvin’in hesapları birçok okulda kesin bilgi gibi okutulmaya devam ediyordu. Kelvin yanılıyordu ancak ispat edilmesi için 20.yüzyılda kullanılacak yeni yöntemlere ihtiyaç vardı…

Öncelikle radyoaktivitenin keşfedilmesi gerekecekti. Radyoaktivitenin keşfi uranyum madenlerindeki kurşun miktarı üzerinden kayaçların yaşının hesaplanmasına olanak sağladı. Günümüzde kullanılan ve detaylarına burada yer verilmeyecek radyometrik yöntemlerle küremizin yaşının şimdilik 4,6 milyar yıl olduğunu biliyoruz. Şimdilik diyorum, bilgimiz yöntemlerimizle sınırlı zira… Yeni yöntemler, tarih boyunca olduğu gibi çoğu zaman eski bilgiler yanlışlamakta…

Lord Kelvin, yanılmasına rağmen bilim dünyasındaki saygınlığını hiçbir zaman kaybetmedi. Tıpkı kendinden öncekilerde olduğu gibi… Kelvin bir soruyu kendine dert edinmişti ve çözmek için akılsal bir yöntem kullanmıştı. Artık sonucu o kadar da önemli değildi. Bilimsel yöntem yanlışlarına rağmen her zaman mitten daha değerliydi. İnsan deneyimleri bunu defalarca göstermişti. 1904 yılında Glasgow Üniversitesi’nin Rektörü oldu. 1907 yılında dünyadaki süresini tamamladığında ruhundan geriye kalanlar Westminster Kilisesine, Newton ve Darwin’in yanına defnedildi…

Yeryüzünün yaşı ve oluşumu bilgisi sıradan ve bilim pratiği yapan insanlar için çok değerlidir. Günümüzün bilimcisi ileri derecede uzmanlaşmış ve mikro sorunlarla uğraşırken var olduğu evrenin içinde kaybolmuştur. Oysa atom altı parçacıkların ya da DNA’nın kromozomlarıyla ilgili bilgilerin büyük evrene bakmayı bilemediğiniz takdirde hiçbir anlamı bulunmamaktadır… Ne kadar uzmanlaşırsa uzmanlaşsın büyük resme bakma becerisini kaybetmiş bir insan, evrenin gerçekliğini arayan bu bilim oyununda teknisyen düzeyinden daha ileri gidemez. Yaşamın nasıl ortaya çıktığını bilemeyen hekimden pandeminin gerçekliği ile başa çıkmasını bekleyemezsiniz. O ancak kendisine verilen komutları takip eden bir uygulayıcı statüsünde kalabilir. Zaten yaşadığımız da o olmadı mı?

Dünyanın yaşı sıradan insan ve toplum için bilimciden daha fazla anlam ifade etmektedir. İnsan doğada biyolojik olarak önemli bir farklılık ifade etmemektedir. Hatta sadece biyolojik yanıyla zorunlulukların belirlediği doğada yaşamı sürdürebilmek oldukça zordur. Zaten birçok benzer türü de yok olup gitmiştir. Bugün yeryüzünü istila etmiş olan Homo sapiens diğer canlılardan farklı olarak akılsal becerilere sahip olabilmiş tek canlıdır.  Bu becerileriyle doğada yaşamasını kolaylaştıran aletler yapmış, yaşadığı çevreye yönelik açıklamalar getirmiş ve toplumsal yaşam formları kurmuştur. İşte büyük kavga toplumsal yaşam içinde ortaya çıkmıştır. Birlikte yaşamak işbölümünü ve paylaşımı gerekli kılmaktadır. Doğaya yönelik mitler üreten insan, bu paylaşım içindeki adaletsizlikleri örtebilecek mitler ve inançlar üretmeyi de başarabilmiştir. Mitlerin felsefe ya da bilimsel yöntemle çözülmesi zamanla mitolojik anlatım biçimine dayalı olan sosyal yaşamın arkasındaki dayanağı çekmiştir. Tarih boyunca yaşadığımız dünyayı açıklamak için önce mit ürettik; ancak aklımız sayesinde ürettiğimiz bilgilerle miti de dayandığı sosyal sistemin dogmatik yapısını da çözmeyi başardık. Bu hep böyle oldu, dün de bugün de yarın da…

Coşkun Bakar, Hekim, Halk Sağlığı Uzmanı, Prof.Dr. 

Kaynaklar:
Hesiodos. Theogonia, İşler ve Günler. (Çev: Azra Erhat, Sabahattin Eyüpoğlu). Türkiye İş bankası Kültür Yayınlar. İstanbul, 2018.
Babil Yaratılış Destanı-Enuma Eliş- (Çev:Selim F.Adalı, Ali T.Görgü). Türkiye İş bankası Kültür Yayınlar. İstanbul, 2018.
Ahmet Arslan. İlkçağ Felsefe Tarihi. Sokrates öncesi Yunan felsefesi. Cilt 1. İstanbul Bilgi Üniversitesi Yayınları. İstanbul,2016.
Colin A.Ronan. Bilim Tarihi. Dünya Kültürlerinde Bilimin Tarihi ve Gelişmesi. (çev:Ekmeleddin İhsanoğlu, Feza Günergun). TÜBİTAK Yayınları. Ankara, 2005.
Hal Hellman. Büyük Çekişmeler. Bölüm VI. Lord Kelvin Jeologlar ve Biyologlara Karşı. TÜBİTAK Yayınları. Ankara, 2008:117-133.





Yorumlar