YER-GÖK VE TİTANLAR –HESİODOS -
TEHEOGONİA |
YARATILIŞ – ESKİ AHİT |
Khaos’tu hepsinden önce
var olan,
|
Başlangıçta Tanrı göğü
yarattı.
|
Hesiodos. Theogonia, İşler ve Günler. (Çev: Azra Erhat, Sabahattin Eyüpoğlu). Türkiye İş
bankası Kültür Yayınlar. İstanbul, 2018. |
Kutsal
Kitap. Eski ve Yeni Antlaşma (Tevrat, Zebur, İncil). Kitabı Mukaddes Şirketi. Korea, 2018. |
Dünyanın yaratılışı, aklını gündelik yaşamın dışındaki konularla meşgul edebilen insanın en eski sorunlarından biridir. Özellikle üzerinde yaşadığımız kürenin yaşı, felsefeyle uğraşan birçok insanı kendi etrafında tavaf ettirmeyi başarmıştır. Elimizdeki kayıtlar dünyanın yaratılışı üzerine ilk konuşanların şair ve ozanların olduğunu göstermektedir. Bunlar aynı zamanda mit üreticisi de olduklarından, günümüzde yaşayabilen kurumsal dinlere kaynaklık etmişlerdir. Özellikle Mezopotamya’da üretilen yaratılış mitleri, bu bölgede yaşayan halklar üzerinden Sami kökenli dinlerin kozmolojilerini etkilemiştir.
Enuma Eliş
1. Henüz yukarının adı gökyüzü değil iken,
2. Aşağıya yeryüzü denmez iken,
3. Apsû vardı. [Tanrıların] ileri geleni, babasıydı o.
4. Ve onların hepsini doğuran Tanrıça Tiâmat vardı.
5. Ve [Apsu ile Tiâmat] sularını birbirine
karıştırdılar.
6. Henüz [tanrılar için] bir gipâru-evi(Tapınak evi)
bile yapılmamıştı, kamış-evler kurulmamıştı.
7. Tanrıların hiçbiri ortada yok iken,
8. Esamileri okunmuyor iken, kaderler yazılmamış iken,
9. Suların içinde tanrılar yaratıldı.
Babil Yaratılış Destanı-Enuma Eliş- (Çev:Selim F.Adalı, Ali T.Görgü). Türkiye İş bankası
Kültür Yayınlar. İstanbul, 2018.
Binlerce yıl boyunca, insanın dünyanın yaratılışına dair sorularını, mitolojik-dinsel anlatımlar tatmin etmeye çalıştı. Aslında bu anlatım tarzı düşünce evriminin de ilk basamağını oluşturdu. İnsan doğada karşılaştığı olayları ve kendi tarihini uzunca bir zaman sözlü kültürle aktardığı poetik anlatım biçimiyle geleceğe taşımaya çalıştı. Önce yazı daha ardından da felsefenin ortaya çıkmasıyla poetik anlatım biçimlerinden farklı düşünce ve söz sanatlarını geliştiren insan, günümüze kadar dünyanın yaratılması konusundaki mitolojileri ve özellikle de Sami dinlerindeki ortak kozmolojiyi çok da aşamadı. Bunula birlikte bu mitik anlatım biçimlerinden sürekli olarak şüphe duydu ve başka açıklamalar aradı…
MÖ 6-4. yüzyıllar arasında yaşayan filozof olarak
isimlendirilen insanlar, mitolojiye şüpheyle bakma geleneğinin öncülleridir.
Bunlardan Anaksimandros (MÖ.610-547) yüksek tepelerde gördüğü deniz
hayvanlarının fosillerinden yola çıkarak, üzerinde bulunduğu toprağın bir
zamanlar suyla kaplı olduğunu ve yaşamın da bu sudan ortaya çıkmış olabileceği düşündü.
Klazomenai’de doğduğu düşünülen Anaksagoras (MÖ.500-428) bir
göktaşından yola çıkarak güneş ve ay gibi cisimleri dünya ile benzer olabileceğini
söylemesi üzerine felsefenin kökeni sayılan Atina’da dinsizlikle suçlanmış ve
hayatını kurtarmak için Lampsakos’a (Çanakkale-Lâpseki) kaçmıştır.
Dünyanın yaratılışı ile ilgili tartışmalar ve
düşünceler günümüzde de bilimin tartışma konusu olmaya devam etmektedir. Öte
yandan Lord Kelvin olarak da bilinen William Thomson (1824-1907) tarih
sahnesindeki yerini alasıya kadar, bu soruya bilimsel yönteme dayanan bir yanıt
geliştirme onurunu kimse alamamıştır.
Lord Kelvin, 1824 yılında Belfast’ta (Kuzey
İrlanda) dünyaya geldi. Glasgow ve Cambridge’de fizik ve matematik öğrenimi
gördü. 1866 yılında Atlantik telgraf kablosunun döşenmesi işinde çalıştı; manyetik
pusulanın hassasiyetini arttıran işler çıkardı. Şövalye ve asalet unvanıyla
ödüllendirildi. Unvan olarak da Glasgow Üniversitesi yanındaki Kelvin deresinin
ismini seçti. Hayatı boyunca 70 patente sahip olmuş ve 600’den fazla yazı
yayınlamıştır. Isı ve sıcaklıkla ilgili çalışmalar yapan Lord Kelvin’in bu makaledeki
değeri dünyanın yaşıyla ilgili düşünceleridir.
Dünyanın yaşı tartışmaları her dönemde özellikle de
filozofların ilgisini çekmekle birlikte 19.yüzyıl sonlarına kadar doğa
filozofları tarafından çok da tartışılan bir konu olmadı. Konuyla ilgilenen
filozofların bazıları dünyanın yaşının çok uzun olduğunu düşünmekle birlikte,
kanıt üretebilecek bir yöntem ancak 20.yüzyılda geliştirilebildi. Böyle olunca
da insanlık mitlerin açıklamalarıyla yetinmek durumunda kaldı. Aslında dünyanın
yaşlı ya da genç olması tarih boyunca insanların tamamına yakınını hiç ilgilendirmedi.
Günümüzde bile sınırlı sayıdaki birkaç disiplin dışında bilim dünyasındaki
insanlar bile bu konuya çok da kafa yormuyorlar. Dünyamızın ne kadar süredir
evrende bulunduğu bilgisi sıradan insanın pratik hayatı için bir anlam taşımıyor
gibi görülmektedir. Ancak hiç de öyle değildir; öncelikle bilim dünyasının evrenin ve
dünyanın oluşum sürecinin ana hatlarını anlaması, mikro düzeyde uğraştıkları
bilim pratiğini yönlendirmesi açısından değerlidir. Diğer yandan evrenin ve
dünyanın bırakın oluş sürecini, bunun isimlendirilmesi bile (yaratılış ya da
oluş) toplum içinde binlerce yıldır hüküm süren iktidar toplum ilişkilerinin
kurgulanmasının ardında yatan kozmolojik açıklamaları anlamlı ya da anlamsız
kılma gibi bir etkisi bulunmaktadır. Bu da içinde yaşadığımız toplum, devlet
ilişkilerimizi ve de ahlak anlayışımızı belirleyen sonuçlara yol açmaktadır.
Nasıl mı? Önce dünyanın yaşı tartışmasına
göz atalım mı?
İnsan dünyanın yaşını öğrenmek istediğinde elindeki ilk kaynak dini metinlerdir. Bu metinler bir şekilde Tanrı’dan geldiği için açıklamaları da kesin doğruluğa sahip olmalıydı. Bu metinlerde dünyanın yaşını gören ilk kişi İrlandalı psikopos James Ussher’di (1625-1656). Ussher dünyanın yaşını merak eden birçok sıradan insandan biriydi. Din adamı olduğu için elinde dini metinler bulunmaktaydı. Muhtemelen bu metinlerdeki açıklamalara evrensel gerçekler olarak bakıyordu. Hal böyle olunca çok akıllıca bir şey yaptı ve Eski Ahit’e başvurdu. Eski Ahit’i okuduğunuzda yaratılış gününden başladığını ve peygamberlerin soyunun neredeyse ilk insandan itibaren izlendiğini göreceksiniz:
“Adem’den Nuh’a
(ITa.1:1-4):
Adem soyunun
öyküsü: Tanrı insanı yarattığında onu kendisine benzer kıldı. Onları erkek ve
dişi olarak yarattı ve kutsadı. Yarattıkları gün onlara “İnsan” adını verdi.
Adem 130 yaşındayken kendi suretinde, kendisine benzer bir oğlu oldu. Ona Şit
adını verdi. Şit’in doğumundan sonra Adem 800 yıl daha yaşadı. Başka oğulları,
kızları oldu. Adem toplam 930 yıl yaşadıktan sonra öldü…”
Kutsal Kitap. Eski ve Yeni Antlaşma (Tevrat, Zebur,
İncil). Kitabı Mukaddes Şirketi.
Korea, 2018.
Anlatı böylece Yahudilerin peygamberi Musa’ya kadar uzar gider. Ussher bu bilgileri, tarihsel olayları ve gökbilimsel bazı döngüleri de kullanarak dünyanın yaşını net bir şekilde buldu: Milattan Önce 22-23 Ekim 4004 (1650 yılında)... Aslında saat de verdi ama burada ona girmeyeceğim. Dönemin doğa filozoflarının temel eğitimi teoloji olduğundan tarih, felsefe çevrelerinde kabul görmüştür. Hatta William Whiston (1667-1752) isimli bir matematikçi bu hesaptan yola çıkarak, Nuh tufanının MÖ 4004 yılının 28 Kasım’ında yaşandığını hesaplamıştır.
Bu hesap, içinde bulunulan çağın bilgi düzeyi, doğa
filozoflarının eğitim durumu ve mantıksal açıdan bakıldığına akla dayanır. Hem
Ussher hem de Whiston günümüzün bilim insanlarına benzer tarzda yöntem
kullanmışlardır. Bir olayın ne zaman yaşandığını merak ediyorsunuz ve kanıtlar
arıyorsunuz. Elinizde doğruluğundan kuşku duymadığınız, Tanrı’dan geldiğine
inandığınız Eski Ahit bulunmaktaysa ve bu Ahit bir tarih kitabı netliğinde
olayları zaman da vererek anlatıyorsa, buradaki tarihlere başvurarak dünyanın
yaşını hesaplarsınız. Eğer Eski Ahit gerçeği anlatabilme
becerisine sahip olmuş olsaydı sorun yoktu…
Ancak sorun vardı… O güne kadar
yeryüzünün dini metinlerde anlatılan tufan gibi yıkıcı olaylarla şekillendiği
sanılıyordu. Georges-Louis Leclerc
Comte de Buffon (1707-1788) dünyanın yaşının bu tahminden daha fazla
olduğunu ilk gören kişilerden biridir. Doğa tarihi üzerine çalışan Buffon
dünyanın eskiden bir eriyik kütle olduğunu ve soğuması için 75.000 yıla
gereksinimi olduğunu düşünüyordu.
Dünyanın yaşını arayanlardan birisi de Benoit
de Maillet’ti (1656-1738). Maillet deniz seviyesinde yaptığı
gözlemlerle dünyanın yaklaşık 2 milyar yaşında olması gerektiğini ileri sürdü. Maillet
saldırılardan korktuğu için çalışmasının sonuçlarını hikâye şeklinde hazırlasa
da yayınlayamadı. Kitabı ölümünden 10 yıl sonra basıldı ve çok da okunmadı…
Dünyanın oluşumunu açıklamaya çalışan girişimler
içinde jeolog olan Sir Charles Lyell (1797-1875) ayrıcalıklı bir yere sahiptir. O
güne kadar dünyanın oluşumu ile ilgili olarak dini düşüncenin de arkasında durduğu
–tufan mitini canlı tutan– felaket açıklaması kabul görmekteydi. Lyell
yeryüzünün oluşumu için felaketlerin şart olmadığı ve yeryüzünün son halinin
halen etkin olan güçlerle açıklanabileceğini öne sürdü. Bir örneklikçilik
olarak adlandırdığı kuramına göre yeryüzü şekillerinin oluşumu sona ermemiş
halen devem etmekteydi. Bu kuram 19.yüzyılda yerbilimciler arasında kabul
görmüştü.
William Thomson’un hayatında ısı konusunun özel bir
yeri vardı. Konuyla ilgili ilk çalışmalarını 18 yaşında yayınlamıştı.
Uygulamacı ve pratik yanı bir tarafa matematiğe olan ilgisi de dikkat
çekiciydi. Isıyla ilgili çalışmaları ve öğrenciyken incelediği Joseph
Fourier’in (1768-1830) makalesi Thomson’da yeryüzünün sıcak bir
akışkandan, günümüzdeki haline doğru evrilen bir süreçten geçtiği düşüncesine
neden olmuştu.
19. yüzyılla birlikte gelişen madencilik
uygulamaları Thomson’un düşüncesi için gözlem düzeyinde kanıt sunuyordu. Bir
madende yeri ne kadar derin kazarsanız ısı o kadar artıyordu. Bunu açıklayacak
başka açıklamalar olsa da, Thomson yerin iç kesimlerinden dışarıya doğru ısı
akışı olduğunu düşünüyordu. Thomson, dünyanın ısı enerjisi boşalttığına ve
bunun geri kazanılabilir olmadığını iddia ediyordu. Bu enerji kaybı doğal
sistemin çöküşü anlamına gelmekteydi. Thomson, 1851 yılında yayınladığı
çalışmasıyla termodinamiğin ikinci yasasını ortaya koydu. Böylece Thomson
sonsuza kadar çalışacak makinenin yapılmasının neden zor olduğu düşüncesine kanıt
sunuyordu. Sadece makineler değil güneş sistemindeki diğer unsurlarda eninde
sonunda yok olacaklardı.
Thomson düşüncesini Dünya’nın başlangıçta Güneş’in
bir parçası olduğu, koptuktan sonra da sürekli olarak soğuduğu varsayımı ile
başladı. Merak ettiği konu sistemin bugünkü halini daha ne kadar
sürdüreceğiydi? 1842 yılında yazdığı bir makalede hesaplamanın ileriye değil geriye
doğru yapılması olasılığını ele aldı. Dünyanın yaşını hesaplamak için bilimsel
bir yöntem olasılığı da ortaya çıkmıştı. Glasgow Üniversitesine atandığı 1846
yılında dünyanın yaşının yaklaşık 100 milyon yıl civarında olduğunu ileri
sürdü. Hesaplama hatalarını göz önünde bulundurduğunda bu sürenin 20-400 milyon
yıl civarında olması gerektiğini düşünüyordu.
Jeologların yaptığı çalışmalar ile Darwin’in henüz
ortaya dökülen bulguları için bu süre çok kısaydı. Sadece evrimi düşündüğünüzde
bile 100 milyondan çok daha fazla yıla ihtiyaç vardı. Bu yüzden olsa gerek
Thomson evrim kuramını kabul etmeyenler safında yer aldı. Bu karşıtlığı
yaratılışçılar tarafından kendi lehlerine bir propaganda malzemesi olarak
kullanıldı. Oysa Thomson hiçbir zaman yaratılış söylenceleriyle ilgilenmemişti.
Tartışma alevlenince 1869 yılında Londra Jeoloji
Derneğinde Thomas Henry Huxley (1825-1895) ile bilimsel bir tartışmaya
katılacaktı. Thomson’un evrim kuramına yaklaşımı ve Huxley’in savunma biçimi,
onu evrim kuramını reddedecek bir noktaya sürükledi. Thomson yaşamın ancak
yaşamdan başlayacağını düşünüyordu. Ortaya attığı tek çözüm uzaydan yaşam
taşıyan meteorların yeryüzüne yaşam aşıladığı şeklindeydi. Huxley bu düşünceye Joseph
Dalton Hooker’a (1817-1911) yazdığı hoş bir mektupla yanıt veriyordu;
“Thomson’un yaratılışçılığı hakkında ne düşünüyorsunuz?... Ulu tanrı işsiz güçsüz bir oğlan çocuğu gibi deniz kıyısında oturup (tohum taşıyan) meteorlar fırlatıyor. Çoğunda ıskalıyor, ama bazen de bir gezegene isabet ettirdiği oluyor.”
Hal Hellman. Büyük Çekişmeler. Bölüm V. Darwin’in Buldoku Dalkavuk Sam’a Karşı. TÜBİTAK Yayınları. Ankara, 2008: 127.
Hall Helman, Büyük Çekişmeler isimli kitabında tartışmanın devam ettiğini, Mars’tan dünyamıza ulaşan meteorda yaşam izi olabileceğini belirtmektedir. Bu tartışmayı ilgili bilim alanlarına bırakarak konuya devam ediyorum.
Tartışma devam etti, bilim çevrelerinde Thomson önde gibiydi. Britanya Bilimi Geliştirme Derneği Başkanı Lord Salisbury (1830-1903), Kelvin’in teorisinin evrime yönelik en önemli itirazlardan biri olduğunu söylüyordu: Jeologlarla biyologların, gençliğinde zorla gösterdiği feragati telafi etmek için bolluğa kavuşunca har vurup harman savuran bir mirasyedi gibi milyonlarca yılı müsrifçe harcadıklarını söylüyordu.
19. yüzyıl sonuna yaklaşıldığında yeni gelişmeler
her zaman ki eski bilgileri sarsıyordu. Kelvin bile dünyanın yaşının 4 milyar
yıl olması gerektiğini düşünmeye başlamıştı. Diğer yandan Kelvin’in hesapları
birçok okulda kesin bilgi gibi okutulmaya devam ediyordu. Kelvin yanılıyordu ancak ispat
edilmesi için 20.yüzyılda kullanılacak yeni yöntemlere ihtiyaç vardı…
Öncelikle radyoaktivitenin keşfedilmesi
gerekecekti. Radyoaktivitenin keşfi uranyum madenlerindeki kurşun miktarı
üzerinden kayaçların yaşının hesaplanmasına olanak sağladı. Günümüzde
kullanılan ve detaylarına burada yer verilmeyecek radyometrik yöntemlerle
küremizin yaşının şimdilik 4,6 milyar yıl olduğunu biliyoruz. Şimdilik diyorum,
bilgimiz yöntemlerimizle sınırlı zira… Yeni yöntemler, tarih boyunca olduğu
gibi çoğu zaman eski bilgiler yanlışlamakta…
Lord Kelvin, yanılmasına rağmen bilim dünyasındaki
saygınlığını hiçbir zaman kaybetmedi. Tıpkı kendinden öncekilerde olduğu gibi… Kelvin
bir soruyu kendine dert edinmişti ve çözmek için akılsal bir yöntem
kullanmıştı. Artık sonucu o kadar da önemli değildi. Bilimsel yöntem
yanlışlarına rağmen her zaman mitten daha değerliydi. İnsan deneyimleri bunu
defalarca göstermişti. 1904 yılında Glasgow Üniversitesi’nin Rektörü
oldu. 1907 yılında dünyadaki süresini tamamladığında ruhundan geriye kalanlar
Westminster Kilisesine, Newton ve Darwin’in yanına defnedildi…
Yeryüzünün yaşı ve oluşumu bilgisi sıradan ve bilim
pratiği yapan insanlar için çok değerlidir. Günümüzün bilimcisi ileri derecede
uzmanlaşmış ve mikro sorunlarla uğraşırken var olduğu evrenin içinde
kaybolmuştur. Oysa atom altı parçacıkların ya da DNA’nın kromozomlarıyla ilgili
bilgilerin büyük evrene bakmayı bilemediğiniz takdirde hiçbir anlamı bulunmamaktadır…
Ne kadar uzmanlaşırsa uzmanlaşsın büyük resme bakma becerisini kaybetmiş bir insan,
evrenin gerçekliğini arayan bu bilim oyununda teknisyen düzeyinden daha ileri
gidemez. Yaşamın nasıl ortaya çıktığını bilemeyen hekimden pandeminin gerçekliği
ile başa çıkmasını bekleyemezsiniz. O ancak kendisine verilen komutları takip
eden bir uygulayıcı statüsünde kalabilir. Zaten yaşadığımız da o olmadı mı?
Dünyanın yaşı sıradan insan ve toplum için
bilimciden daha fazla anlam ifade etmektedir. İnsan doğada biyolojik olarak
önemli bir farklılık ifade etmemektedir. Hatta sadece biyolojik yanıyla
zorunlulukların belirlediği doğada yaşamı sürdürebilmek oldukça zordur. Zaten birçok
benzer türü de yok olup gitmiştir. Bugün yeryüzünü istila etmiş olan Homo sapiens diğer canlılardan farklı
olarak akılsal becerilere sahip olabilmiş tek canlıdır. Bu becerileriyle doğada yaşamasını
kolaylaştıran aletler yapmış, yaşadığı çevreye yönelik açıklamalar getirmiş ve
toplumsal yaşam formları kurmuştur. İşte büyük kavga toplumsal yaşam içinde
ortaya çıkmıştır. Birlikte yaşamak işbölümünü ve paylaşımı gerekli kılmaktadır.
Doğaya
yönelik mitler üreten insan, bu paylaşım içindeki adaletsizlikleri örtebilecek
mitler ve inançlar üretmeyi de başarabilmiştir. Mitlerin felsefe ya da bilimsel
yöntemle çözülmesi zamanla mitolojik anlatım biçimine dayalı olan sosyal yaşamın
arkasındaki dayanağı çekmiştir. Tarih boyunca yaşadığımız dünyayı açıklamak
için önce mit ürettik; ancak aklımız sayesinde ürettiğimiz bilgilerle miti de
dayandığı sosyal sistemin dogmatik yapısını da çözmeyi başardık. Bu hep böyle
oldu, dün de bugün de yarın da…
Coşkun Bakar, Hekim, Halk Sağlığı Uzmanı, Prof.Dr.
Yorumlar
Yorum Gönder