YAŞARKEN DİN, SANAT, BİLİM, FELSEFE…

Bu makale, 20.06.2017 tarihinde Çanakkale Olay Gazetesi Konuk Yazar köşesinde yayınlanmış "Babamın Kanatları" başlıklı yazımdan yola çıkarak hazırlanmıştır. Yazıyı aşağıda yer alan internet linkinde bulabilirsiniz;
http://www.canakkaleolay.com/BABAMIN-KANATLARI--39520

Babamın kanatları inşaat işçisi İbrahim Usta’nın hikâyesi, vizyona 2016 yılında girdi. Altın Portakal en iyi erkek oyuncu ödülünü Menderes Samancılara kazandırdı ki sonuna kadar hak edilmiş bir ödüldür.

İbrahim ustanın hikâyesi, loş, soğuk ve özensiz bir hastane muayenehanesinde başlıyor. Doktor hastasına kendi anladığı dilde hastalığı anlatınca, “Yani” diyor İbrahim Usta ve “Yani Kanser” diye son derece duygu yoksunu soğuk bir yanıt alıyor. İbrahim Usta özelinde inşaat işçilerinin hikâyesini anlatıyor Kıvanç Sezer filminde. Olayın sadece iş sağlığı ve güvenliği ile ilgili olmadığını, bütün bir sistemin sorunlu olduğunu gösterircesine tüm ayrıntıları filminde yansıtmak için elinden geleni yapmış, yönetmen. Ailesi için çalışmak zorunda olan İbrahim Usta’ya tıbbi olarak kemoterapi reçete eden sağlık sistemi, sorunu sigara ve moral düzeyine indirerek görevini tamamlıyor. İçinde bulunduğu aczi “Allah’tan umut kesilmez” cümlesiyle itiraf edip, hastanın başına gelen olayı anlaması için bile ihtiyacı olan süreyi çok görerek bir sonraki hasta için butona basıyor; banka memuru gibi...
Ülkemizde her ay yüzün üzerinde insan sabah ekmek parası için çıktığı evine akşam dönemiyor. İnşaat sektörü bu kazalarda önemli bir yere sahip. Film, sadece sayılardan ibaretmiş gibi görülen istatistiklerde unuttuğumuz insan yüzümüzü bize hatırlatıyor. İnşaat sektörünün yarattığı korkutucu heybet ile başlıyor film, devasa binaları gözümüze sokarak. Yaşam alanları diye lüks hapishaneler dikiyoruz her bir tarafa ve bununla da övünüyoruz. Tıpkı Paskalyalıların heykelleri gibi.
İnşaat sektörünün zorlukları göz önüne seriliyor filmde. Bir yandan umut dolu gelecek hayalleri satılırken, diğer taraftan birilerinin hayatlarının nasıl söndüğünün hikâyesi anlatılıyor. Örneğin çalışmayan bir vincin bedelini gencecik bedenler ödüyor, kilolarca yük altında ezilerek. Hem de okul harçlıklarını çıkartabilmek için. Umut da var filmde. Yaşadıklarını hissedebilmek için olsa gerek, işten artan kalan zamanlarda halay çekiyor işçiler. Ya da bir işçi bir yuva kurabilmek hayaliyle sarılıyor sevdiğine, yarının ne getireceğini bilemeden, kadere bağlayarak umutlarını…
Gencecik bir çocuğun yaşamı bir vincin ucunda sönerken, yoksul ve cahil ailesi kendilerine verilen paraya razı olarak hayatlarına devam ediyorlar. Öyle diyor ya ustabaşı patrona, imzada sorun çıkıp çıkmayacağını sorduğunda: “Olmaz niye sıkıntı olsun? Zaten cahil insanlar, fakir fukaralar niye sıkıntı olsun?” Gencecik bir yaşama karşılık, sattıkları “bir” dairenin bile fiyatından çok daha az bir tazminatla olayı kapatıp, fakir fukara babası olarak büyük sevaba giriyorlar. Yaşanan aczi Allah’ın adaletine devreden çökmüş ahlâk sistemi sorumluluğunu üzerinden atıyor...
Film bunun dışında hakkını aramaya çalışan işçilerin başına gelenleri de anlatıyor. Ekmek parasının derdinde hakkını almaya çalışan ve işçileri bilinçlendirmeye çalışan çıbanbaşı, gece yarısı işten atılırken, hakkını yıllarca sürecek mahkeme koridorlarında arayacağını bilen patron ise son derece rahat bir şekilde işine devam edebiliyor.
İbrahim Ustaya gelirsek hastalığı nedeniyle tedavi olması gerekirken, prim ödeme günü dolmadığı için emekli olup son günlerinde insanca yaşamak hakkından bile yararlanamıyor ve yine olay uygun bir tazminatla çözümlenmeye çalışılıyor. Önce hayırsever, işçi dostu patron büyük bir iyilik yaptığının bilincinde, İbrahim Ustanın yaptığı evlerden birisinin “bir odasını” bile alamayacak bir tazminatla aileyi yasal haklarından vazgeçmeye davet ediyor. Sonuçta şirket güvenlik önlemlerine dikkat ederken, işçiler yapmamaları gereken şeyleri inadına yapıyorlar ve bu işin şeyinde bu var nasıl olsa… Ayrıca yılarak sürecek mahkeme koridorlarının ailenin hakkını ver(e)meyeceğinin herkes farkında. O yüzden bu iyiliksever patronların lütuflarıyla ile yetinmek herhalde en doğrusu.
Acılı eş buna ikna olamayınca da tehdit ederek, korkutarak ve iyi niyetlerine karşılık vermemekle suçlayarak, masayı terk edip gidiyorlar. Sonuçta sistem elinden gelen her şeyi yaptı ve patronun deyimiyle “Kimse onlardan daha fazlasını beklemesin”
Kıvanç Sezer ve ekibi akademinin yap(a)madığı işi bir sinemacı olarak çok doğru bir şekilde yapmış. Bizler akademi olarak iş sağlığı ve güvenliği dersleri, işyeri hekimliği sertifikaları veriyoruz, yüksekokullarda iş güvenliği uzmanlığı programları açıyoruz. Devlet ve patronlarla birlikte kongreler düzenliyoruz ve ödüller dağıtıyoruz. Ancak sorunu çözemiyoruz. Devletin bu konuyla ilgili koca bir Bakanlığı var ve önüne “İş Sağlığı ve Güvenliği Hedef Sıfır Deklarasyon” hedefleri koyuyor; sorunun çözüleceğine dair umut ışığı var mı; bilemiyorum. İş kazalarında en azından sorunu tanıyabiliyoruz. Meslek hastalığında ise tanı bile koyamıyoruz. Üç meslek hastalığı hastanemiz var; yüzden fazla eğitim araştırma hastanemiz var, yüz binin üzerinde doktorumuz var; ancak meslek hastalığı tanısı koyamıyoruz. İyi kötü bir yasa çıkardık; “İş Sağlığı ve Güvenliği Kanunu”, doğru düzgün uygulayamıyoruz. En önemli sorun da devletin kendisi. Çünkü yasanın gereklerini yerine getiremiyor. Örneğin iş sağlığı ve güvenliği eğitimleri orta oyununa dönmüş durumda.
Toplum ise tamamen başka bir noktada! Hiçbir güvenlik bilincini içselleştiremiyor. Emniyet kemeri bile takmayı öğrenmemiş bir toplum, inşaatta kask takmayı beceremiyor. Bırakın onu, hem toplumu hem de hastaneleri enfeksiyondan korunmak amacıyla giyilmesi gereken önlüklerin ve yeşil mavi üniformaların dışarıda hatta şehirde bile gezdiğine tanık olabiliyorsunuz. Her şeyi kadere ve Allah’a bağlayan insanlar çalışırken ölümü içselleştirmiş durumda. Ne diyordu filmde ustabaşı; “Ölenle ölünmüyor; ne yapalım? Bizim işimiz tehlikeli… Bizim işimizin şeyinde var bu; şeyinde var. Bir şey diyordu ya o şeyinde var. Şeklinde var diyelim da…” Hâlbuki çoğunluğun inandığı, taptığı Allah, ona deveni sağlam kazığa bağlamadan bana dua etme demiş. Toplum bu kıstası bile unutmuş durumda.
Sonuçta ne oluyor, toplumun, sivil toplum örgütlerinin, akademinin ve devletin gözü önünde insanlar sabah işe gidiyor ve akşam dönemiyor. Ve buna kader diyoruz. Kıvanç Sezer’in filmi bu fotoğrafı gözümüzün içine soktuğu için izlenmeye değer bence… Ne diyelim tüm ekibin emeğine ve yüreğine sağlık…

Şimdi -varsa eğer- “Düşünce Odası” bloğunun düzenli okuyucuları, felsefe konularıyla İbrahim Usta’nın hikâyesini anlatan bu filmin ilişkisini sorgulayabilirler. İlk bakışta haklı da görünmektedirler. Ancak hemen karar vermeyin. Felsefe yaşadığımız dünyanın ve çevremizdeki olayların sorgulayabilmek ve çözümleyebilmek amacıyla bulduğumuz en önemli icatlardan birisidir. Yani düşünebilmemiz için…
Yaşadığımız dünyayı açıklamak için kullandığımız en eski enstrümandır, inanç ile din. Bununla birlikte dünyadaki yaşamımızı kolaylaştırmak açısından işe yarar sonuçlar ürettiğini söylemek çok zor; baş edemediğimiz olay ya da sorunlarımızın çözülebileceği ikinci bir hayat şansı olasılığı ile ruhumuz ve beynimizi uyuşturuyor o kadar… Bir diğeri kendi beynimizde yarattığımız ideolojiler ki dinin işlevinden farksız, içi boş retorik söylemler üretmekten daha ileri gidemiyor… Sanat içinde yaşadığımız dünyaya ayna tutmamızı sağlıyor. Diğer ikisinden daha etkili olduğu söylenebilir. İsa Peygamber’in hikâyesini anlatan yüzlerce sayfa metnin yanında bir sanatkârın elinden çıkan bir resim inananların kalbine daha güçlü dokunabiliyor. Yine de duygusal yüklenmeden ileri giden akılsal bir çözümlenmeye olanak sağlayamıyor… Bilim bu alanların içinde en faydalı olanı olması gerekir. Çoğunlukla da öğledir. İçinde bulunduğumuz dünyadaki eşyayı ve olguları, tanımlar, sayar, sınıflar, gruplandırır, benzerleri ve farklılıkları karşılaştırır. Böylece eşyanın ve olguların nedenselliğini nesnel bir zeminde sunabilir. Ancak günlük hayata yönelik teması zayıftır. Tamam, bir teknolojik çözüm yaratırsa hemen uygulamaya geçer. Aşı oluruz ve hastalıktan korunuruz. Ancak ürettiği sonuçlar, her zaman günlük hayata dokunamayabilir. Çok basit ve kolay önlemlerle korunmak mümkün iken ve bilimsel araştırmalarda bu önlemler tanımlanmışken, İbrahim Usta’yı kanserden koruyamaz, gencecik çocukların ağırlıklar altında ezilmesini ve inşaat boşluklarına düşmesini engelleyemez… Olaya ve olgulara sayısal ve istatistiksel özneler olarak bakar ve hesaplar o kadar… Üzerine düşünmez, düşünemez…
İşte bu noktada ihtiyaç duyulan beceridir felsefe…
Felsefe akılsal bir beceridir, insana özgüdür. Bilkuvve olarak her insanda bulunmaktadır. Ancak tamamına yakınında bilfiil olarak yaşama geçemez. Yani insan olmak düşünsel becerilere sahip olmayı gerektirir. Bununla birlikte insanların çoğu hayatlarında bu noktaya ulaşamazlar. Günlük yaşam için gerek de duymazlar aslında. Felsefe günlük hayatın dışında kavramsal konuşmayı başarabildiği için yaşadığımız olaylara yansıtma yapma kabiliyetine sahiptir. O yüzden içinde bulunduğumuz olayları çözümleyebilir. Kendisi dâhil her nesneye ya da olguya yönelik olarak yansıtma yapar. Böylece yaşadığımız evreni açıklar ve anlamlandırır. Önemli olan ise açıklayabilme becerisidir. Zira öncelik dünyayı değiştirmekte değil, çözümlemektedir. Çözümleyemediğiniz hiçbir şeyi değiştiremezsiniz. Ya da anlık müdahalelerle sorunu hallettiğinizi sanırsınız ve dön dolaş aynı çemberde dolaştığınızı göremezsiniz. Bu akılsal faaliyetleri bilfiil yapabilen insandır filozof. Kendi alanlarına farklı pencereden bakabileceğinin farkında olan kişidir. Tikel ya da tekil olguların dışında kavramsal olanı düşünebilen kişidir. Bunu yaparken de din, sanat, ideoloji, bilim dâhil, insanın ürettiği tüm enstrümanları kullanabilir.  Böylece dar ve çok derin bir kuyuda çalışan uzmanın hiçbir zaman göremeyeceği genişlikte ve derinlikte olan okyanusun farkına varabilir. İşte o zaman ürettiği bilginin günlük hayata yansımasının da yollarını insanların önüne serimleyebilir…

Yine de tüm bu bilgiler ne İbrahim Usta’nın ne de çevresindeki genç çocukların hayatlarının korunmasında çoğu zaman işe yaramaz. Çünkü bir sorunu çözmek için en gerekli olan iradedir. İrade bir olaya karşı harekete geçmeyi sağlayacak olan istençtir. Bir sorunu çözmeye yönelik istenciniz güçlü değilse, onu çözümlemeniz, yeni uygulamalar geliştirmeniz, yasa yapmanız, dini buyruklar tanımlamanızın hiçbir anlamı olamaz. Tanrı’da böyle bir şey değil midir zaten? İrade ve yapabilme gücünün bir araya geldiği aşkın bir varlık. Konuştuğumuz şeyler yaşadığımız dünya ile ilgiliyse, insanın fark etmesi gereken bilkuvve ve bilfiil bu beceriye sahip olduğudur… 


Coşkun Bakar, Dr., Halk Sağlığı Uzmanı, Prof.Dr.


Filmden bir sahne...





















Yorumlar