İSLAM COĞRAFYASINDA DÜŞÜNMEYE ÇALIŞMANIN BEDELİ: MİHNE OLAYI, MU’TEZİLE VE AKIL…

“Sonra batıl yolunda mücadele eden bu kimseler kendilerini sünnete nispet ettiler ve [halkı] kendi inançlarına çağırmaya başladılar. [Oysa] Allah’ın kitabının her bölümünde onların sözlerini batıl kılan (yanlışlayan), davalarını yalanlayan, mezheplerini reddeden kıssalar bulunmaktadır. Bunlarla beraber o kişiler, kendilerini hak dinin temsilcileri ve cemaat ehli olarak göstermiş, kendi dışında kalanları da batıl, küfür ile itham etmiş, fırka ehli olmakla suçlamışlardır. Bu suretle halka yönelmişler ve bununla cahilleri kandırmışlardır. [...] [Böylece onlar] hakkı batıllar için terk etmişler; delaletleri için Allah’tan başkasını gizli dostlar edinmişlerdir.” Halife Me’mun 1.Mektuptan

Kaynak: Bayram Çınar. Din-Siyaset İlişkisi açısından Me’mun Dönemi Mihnesi. (Doktora tezi). Ankara,2019:274.

İnsan denilen mahlûkatın icat ettiği en ilginç şeydir felsefe. Öncesinde doğadaki olguları açıklamak amacıyla efsaneler türetmek, sonra o efsaneleri doğaüstü varlıklara atfetmek ve buna bağlı inanç sistemleri kurgulayarak yaşamı idame ettirmek, toplumsal aklın müthiş bir ürünüdür. Bununla birlikte daha da heyecan verici olanı; inanç sistemlerinin yarattığı bu kurguya toplumların itikat etmesini sağlayabilmesidir. Tam da bu noktada felsefe icat edilir. Gökyüzündeki efsanevi kahramanlarla tatmin olmayan bazıları, bir yandan doğayı duyuları ve aklıyla açıklama gayreti içine girerken diğer yandan kendi yarattığı mitolojik dünyayla yüzleşir. Böylece 2500 yıldır, inanç sistemlerinin yarattığı doğa ve teolojik açıklamalarının eleştirisiyle uğraşır. Bedellerine katlanma pahasına…

İçinde yaşadığım toplumun küresel düşünce dünyasına dikkate değer bir katkısının olduğunu düşünmüyorum. Bu cümleye gelecek eleştirilerin farkındayım. Yaşadığım coğrafya ve kültür önemli düşünce ve bilim insanları yetiştirmiştir; bu bir hakikattir. Ancak aynı toplumun küresel düşünce mirasına yaptığı katkı oldukça sınırlıdır. İki cümle birbirine çelişik gibi görünse de, çelişkinin sonuçları Orta Asya ve Balkanlar arasındaki coğrafyada günümüzde yaşanmaktadır. Oysa gerek antik Yunan gerekse Rönesans ardılı batı toplumlarının düşünce dünyasında yarattığı süreğen etki de bir hakikattir. Bu makalede hayatımızın her alanını olumsuz açıdan etkilediğini düşündüğüm bu durumun nedenlerini öğrenmek için çıktığım düşünsel yolculukta karşılaştığım bir olguyu, günümüze olan etkisiyle okumaya çalışacağım: Mihne olayı…

“Yanındaki kadıları topla onlara Emirü’l-mü’minin’in sana yazdığı bu mektubu oku; Allah’ın Kur’an’ı yaratması ve ihdas etmesi konusunda kanaat ve inanlarını anlamak için imtihanlara başla. Onlara Emirü’l-mü’minin, Allah’ın kendisine teslim ettiği ve korunmasını istediği halkın işlerinde, dinine, tevhidindeki samimiyetine ve doğruluğuna güvenilmeyen kimselere işinde yardımcı olarak gereksinim duymaz diye bildir. Eğer bunu ikrar eder ve bu konuda Emirü’l-mü’minin’e uyarlarsa hidayet ve kuruluş yolunda bulunurlar. [Bu durumda da] kendilerine gelen şahitleri Kur’an’ın mahluk olup olmadığı hakkında imtihan etmelerini ve Kur’anı’ın yaratılmış ve sonradan ortaya çıkmış olduğunu ikrar etmeyenlerin şahitliklerinin ise kabul edilmeyeceğini emret.” Halife Me’mun 1.Mektuptan

Kaynak: Bayram Çınar. Din-Siyaset İlişkisi açısından Me’mun Dönemi Mihnesi. (Doktora tezi). Ankara,2019:275.

Sahne MS. 833 yılının Bağdat’ında, Me’mun’un Bağdat Valisi İshak b.İbrahim’e yolladığı yukarıdaki mektubuyla kurulmuştur. Daha sonra ulema tarafından Mihne hadisesi olarak anılacak olay, özünde, vahyin doğasıyla ilgili teolojik düzeyde bir tartışmadır. Bu düşünce iktidar tarafından sahiplenilecek, muhalif olacağını düşündüğü gruplar ve toplum üzerinde baskı unsuru olarak kullanılacaktır. Üzerinden 1200 yıl geçmiş bir olayla ilgilenmem, yaşadığım coğrafyada nefes almamı engelleyen düşünsel çöl iklimiyle kurduğum ilişki nedeniyledir. Ülkemizde yapılan tartışmalara baktığımda, konuyla ilgili yazılı metinler niceliksel açıdan yok denilmeyecek düzeydedir. Öte yandan çoğunlukla ilahiyat fakültelerinde kelam çalışmaları yapan akademisyenlerle sınırlıdır. Bir bakıma doğal gibi görülen bu durum, düşünsel faaliyetler yürüten herkesin hayatı üzerinde yarattığı etki nedeniyle, ilahiyatçılarla sınırlı bir konu değildir. Ben de felsefe okumaları yapan bir hekim olarak konuya dâhil oldum. Çalışmaları niteliksel olarak değerlendirme iddiam yok, ancak aklımın bana sağladığı okuma, anlama ve kendini ifade etme yeteneklerim sayesinde Mihne olayını eleştirel olarak irdelemeye çalışacağım. Umarım keyifli bir tartışma ortamı oluşur…

Diyanet Vakfı’nın yayınladığı İslam Ansiklopedisi’nde, “mahn” (sorguya çekmek, eziyet etmek) kökünden türeyen “mihne” kavramı “sorguya çekip eziyet eziyete maruz bırakma” olarak tanımlanmaktadır. Abbasi Halifesi Me’mun’la başlayan, Mutasım ve Vasık döneminde sürdürülen Mihne süreci, Mütevekkil’in halifeliğine kadar sürmüştür(833-847).

Olayın tarafları teolojik bir tartışmada ikiye ayrılmış kelam uleması ile zorlu bir iktidar mücadelesi içinde bulunan Emirü’l-mü’minin ve halktır. Çoğunlukla geleneksel kelam ulemasıyla yan yana olan halk, konudan bir haber ve edilgin durumda görülse de arka planda yarattığı çoğunluk etkisi nedeniyle Mu’tezili düşüncenin ezilmesi noktasında iktidarın kararında gizil bir etkin konumda olmuştur.

Kelam “kelm” (maddi ve manevi açıdan etkilemek, yaralamak) kökünden gelmekte ve “konuşma, söz söyleme, sözlü etkiyi anlama” manasında kullanılmaktadır. Muhammed Peygamber sonrası dönemde gelişen kelam ilmi ve mütekellim sınıfı, geleneksel inanç konularını ele alan bir ilim disiplini ve sınıfıdır. Kelam, Kur’an ve sünnete dayalı inanç konularını (nas / nusûs) diyalektik yöntem kullanarak savunmak için ispat edilebilir gerçeklere dayanan bir disiplin olup, Halife Osman’ın öldürülmesi ardından yaşanılan olaylar neticesinde ortaya çıkan teolojik görünümlü siyasi harekettir. İslam coğrafyasında Osman’ın öldürülmesi (656) ardından yaşanılan olaylar, uzantıları günümüze kadar devam eden siyasi bir parçalanma ortamı yaratmıştır. Cemel Vak’ası (656), Sıffin Savaşı (657), Hakem Olayı (657) gibi olaylar, Müslüman coğrafyayı kalıcı olarak bölmüş ve Hariciler, Ehli Sünnet, Mürcie gibi farklı gruplar ortaya çıkmıştır. Bu gruplar iman, küfür, büyük günah, kader ve özgür irade gibi konuları tartışmaya açmıştır. Henüz felsefeden bir haber nas üzerinde yorum yaparak ilerlemeye çalışan kelam ilminin temel amacı, yaşanılan siyasi zeminde iktidarın yaptığı çelişkili uygulamaları toplum vicdanı nezdinde uygun bir konuma yerleştirebilmektir. Ne de olsa Dört Halifenin üçü siyasi cinayetlere kurban gitmiş; Peygamberin en yakınındaki insanlar kanlı bir iktidar mücadelesine tutuşmuştur. Bu ortamda iktidara gelen Emevi Halifeleri dini açıdan açıklanması zor kararlara imza atmaktadırlar. Ulema ise büyük günah işleyenlerin bu dünyadan sonra başına gelecekleri iktidar sahiplerinin de kabul edebileceği bir noktaya yerleştirmeye çalışmaktadır.  İşte Mihne olayının birinci aktörü olan Mu’tezile ekolü bu noktada sahneye çıkmaktadır. Basra uleması içinde saygın bir yere sahip Hasan-ı Basri’nin (642-728) takipçileri arasında yer alan Vasıl b. Ata (699-748) ile Amr b. Ubeyd’in (699-761) büyük günah konusunda Basri’den ayrılması ile Mu’tezile denilen yeni bir fırka ortaya çıkmıştır. Başlarda teolojik bir tartışma gibi görülen bu konu aslında siyasi iradenin yaptıklarının toplum karşısında makul bir savunma gayretinden başka bir şey değildir.

Mu’tezile’yi gündeme almama neden olan ve diğer fırkalardan farklı yapan önemli nokta nassı akıl süzgecinden geçirip tevile tâbi tutabilmeleridir. Bazı yazarların İslam rasyonalistleri olarak tanımladıkları bu grup Nazzam (811-845) ile birlikte felsefeyle temas etmeye başlamıştır. Abbasi halifelerinin özel ilgisi olan Yunan metinleri Bağdat’ta kurulan Beytu’l-Hikme’de çeviri faaliyetine tâbi tutulunca doğal olarak ulema da bu metinlerle karşılaşmıştır. Geleneksel İslam öğretilerini akılsal sorgulamaya tutan Mu’tezile ulemasının felsefe metinlerine duyarsız kalması zaten düşünülemezdi. Her ne kadar kendilerini Kindi sonrası ortaya çıkan filozoflar arasında göremesek de Mu’tezile Bağdat ve Basra’da felsefe yapılmasının zeminini hazırlamıştır. Öte yandan Mihne sırasında sebebi oldukları siyasi tepki nedeniyle, İslam coğrafyasında felsefeye karşı iktidar ve toplum desteğinin oluşmasına engel olmaları da tarihin acı bir ironisi olsa gerek...

Mihne olayının mekanı; Bağdat. MS. 762 yılında Babil kenti kalıntıları ile İran’ın eski başkenti olan Tizpon yakınlarında ismi Medinet’üs Selam olan (Barış Kenti) daire şeklinde bir kent kuruldu. Şehrin bulunduğu alanı seçen ise Merv’li astrolog olan Ebu Sehl bin Nevbaht idi. Daha sonra oğluyla birlikte tercüme faaliyetleriyle ilgilenen Nevbaht yeni dönemin habercisi olan kütüphanenin kuruluşunda da çalışmıştı. Yeni kurulan Abbasi Halifeliği yönünü coğrafik olarak Orta Asya’ya dönmekle birlikte, akli olarak batıda doğan metinlerin peşine düşmeye başlamıştı. Kur’an ve sünnet tek bilgi kaynağı olma özelliğini yavaş yavaş kaybediyordu. Yeni kurulan şehirde, oğlu gelecekte inanç ve düşünce üzerinde önemli bir rol alacak olan Hanbel de bulunmaktaydı. Sahne kuruluyor ve aktörler oyundaki yerlerini alıyorlardı. Bugün Bağdat olarak tanıdığımız bu kentte tüccarlar, zanaatkârlar, Müslüman olmayan ya da henüz Müslüman olmuş farklı kültür ve inançta insanların yanı sıra, Orta Asya’daki sultanlıklarda önemli rol oynamış aristokrat aileler de yer alıyordu. Şehrin gelişmesi ve çeviri hareketlerinde önemli rol oynayan Bermekiler de bu ailelerdendi. Bermek ailesinin özelliği, Abbasi Halifeliğinin seyrinin felsefeye kaymasının sosyal ve ekonomik temellerini atan Harun Reşit’in (766-809) eğitiminde yer almalarıdır. Bağdat kenti düşünsel ortamın gelişmesi için gerekli olan ilk şartı Abbasilerle birlikte sağlamıştı; o da farklı kültürlerin düşünsel alışveriş olanağına sahip olduğu kozmopolit bir ortamdı. Diğer ikisi ise Halifeliğin Başkenti olma özelliği ile ortaya çıkacak ticaret ve para ile düşünsel ortam için vazgeçilmez olan özgür tartışma ortamı olacaktır. Kısa bir süre içinde Bağdat’ta kâğıt imalathanesi kurulacak, kitapçılar açılacak ve mezatlar düzenlenecektir. Özellikle Mütevekkil’e kadar olan halifeler farklı düşüncelerin saraya girmesini ve tartışılmasını destekleyeceklerdir. Böylece Mu’tezile gibi geleneksel İslam düşüncesi dışına çıkabilen bir akımın gelişmesinin yolu açılacaktır.

Harun Reşit ölmeden önce oğullarıyla hacca gitmiş ikisini de halef olarak ilan etmişti. Emin’in annesi Arap kökenliyken, Me’mun’un annesi İranlıydı. Bu durum halifelik için oldukça önemli bir sorundu. Babasının ölümünün ardında Emin’in halife olması, iki kardeş arasında kanlı bir iktidar kavgasına yol açtı. Savaşı kazanan Me’mun rakibini ve taraftarlarını tasfiye ederek halife oldu. Olay basit bir kardeş kavgasından daha fazlasıydı. Emeviler zamanından beri devam eden Arap, Mevali gerginliği su yüzüne çıkmıştı. Buna bölgede devam eden isyanlar eklenince, Mihne olayı için ihtiyaç duyulan siyasi ortam kendini açığa çıkardı.

Me’mun’un farkı ilimlere olan ilgisinden geliyordu. Astronomi için rasathane yaptırıyor ve mühendislik çalışmalarına destek veriyordu. Daha önce başlamış olan tercüme faaliyetlerinin gelişmesini sağlamıştı. Sarayında felsefi tartışmalar yapıyor, şiir ve musiki dinlenilen meclisler kuruyor, entelektüelleri ağırlamaktan keyif alıyordu. Dönemin en dikkat çeken kurumu ise Me’mun tarafından özellikle desteklenen Beyt’ül Hikme’nin ortaya çıkmasıdır. Kökeni Cundişapur’da daha önce kurulan okullara dayanan bu kurum, Arap-İslam dünyasının felsefe ve bilim açısından zirvesini oluşturmaktadır. Sonrasında Müslüman dünyada yüzlerce medrese, rasathane ve hastane gibi kurumlara rastlanılsa da Beyt’ül Hikme ile rekabet edebilecek kurum yok gibidir. Dikkati, zekâsı ve ilime ve yeniliklere olan ilgisi bir yana Kudüs’te bulunan Kubbetü’s Sahra’nın duvarına ismini yazdıracak kadar da yüksek egoya sahipti. Bu huyuyla İslam dünyasını bir krize doğru sürüklemek üzereydi. Halifeliğin sağladığı ruhani ve dünyevi iktidarın gücünü de arkasına alınca ulemanın üzerinde baskı kurmaya çalışmış ve bir kısmıyla ihtilafa düşmüştü. Böylece İslam dünyasında ulemanın konumunu geri dönüşsüz olarak etkileyecek sonuçlara neden oldu.

Artık sahneye Mu’tezile kelamcıları ve akli yorumlarının girmesinin zamanı geldi. İslam’ın temel akidelerini kendi akılları çerçevesinde yeniden yorumlayan Mu’tezile, Kur’an’ın Allah tarafından yaratılan “mahlûk” olduğunu düşünüyordu. Teolojik bir düşünce olarak sıradan bir tartışma konusu olması gerekirken “Halku’l-Kur’an” olarak tanımlanan bu olay Halife Me’mun’un elinde ölümcül bir baskı aracı haline dönüştü.

“Emîrü’l-mü’minîn şunu iyi bilir ki yönettiği halkın haşiyesi (alt tabakalar)’nden çoğunluğu Allah’ın hidayet ve dalaleti konusunda delile dayanmayan bu konuda fikri ve görüşü olmayan ilim nurundan ışık almayan bir tabakadır. Bu tabaka, Allah ile mahlûkatı arasını ayırmaktan, görüşlerinin zayıflığı, akıllarının azlığı sebebiyle tefekkür ve tezekkürden uzaktırlar. [Onlar] Allah’ı hakkıyla bilip, onu takdir etmekten, [işin] künhüne vâkıf olmaktan, âciz olan bir tabakadır. Bunlar, Allah’ı O’nun Kur’ân’dan indirmiş oldukları ile eşit kabul etmişlerdir. Onların tümü, Kur’ân’ın kadim olduğunu [söyleyerek], Allah'ın onu sonradan var etmediği fikrinde uzlaşmışlardır. Yüce Allah göğüslere şifa, müminlere rahmet ve hidayet kıldığı kitabında: “Biz onu Arapça Kur’ân kıldık” demiştir. Mec’ul olan her şey ise Allah'ın yarattığıdır. Yine:“ Hamd gökleri ve yeri yaratan, karanlıkları aydınlık kılan Allah’adır” diye buyurmuştur. “Elif, lam, ra. O, ayetleri muhkemleştirilmiş, sonra beyan edilmiş Hakîm ve Habîr olan Allah tarafından gönderilmiş bir kitaptır.” Her muhkem mufassaldır ve onun bir muhkimi ve mufassılı vardır. [Allah] kendi kitabı (Kur’ân’ın) nın muhkimi ve mufassılı yani yaratıcısı ve mucididir.” Halife Me’mun 1.Mektuptan

Kaynak: Bayram Çınar. Din-Siyaset İlişkisi açısından Me’mun Dönemi Mihnesi. (Doktora tezi). Ankara,2019:273-74.

Halku’l-Kur’an konusu sadece Müslümanlara özgü bir konu değildi. Benzer konular Sami kültürü içinde bulunan diğer İbrahim’i dinlerde de bu işlerle uğraşanların gündemine geldi. Öte yandan Kur’an’ı Kerim’de Halku’l-Kur’an ifadesi geçmez; ancak Mu’tezile ulemasının bu tartışmayı dayandırmasına yetecek kadar da ayet bulunmaktadır. Zira Me’mun da mektuplarını Kur’an ayetlerine dayandırarak yazmıştır. Bununla birlikte tartışmanın ortaya çıkmasının daha farklı sosyal ve kültürel zeminleri olduğu anlaşılmaktadır. Kelam uleması ve doğal olarak Mu’tezile’nin de varlık nedeni Allah inancının savunulmasıdır. Ulemanın büyük bir kısmı –bugün de olduğu gibi– savunmayı doğrudan Kur’an ve sünnetin zahiri yorumuna dayandırmakta ve tevile sıcak bakmamaktadır. Mu’tezile ise akılla Allah’ın bazı kurallarının bilinebileceğini, dolayısıyla yorumlanabileceğini söylemekte ve toplumun anladığından farklı bir İslam anlayışı sunmaktadır.

Literatürde konunun ilk defa Emevi Halifesinin II.Mervan’ın öğretmeni olan Ca’d b.Dirhem (ö:742) ve öğrencisi Cehm b.Safvan (ö:745-746)tarafından dile getirildiği söylenmektedir. Buradaki önemli soru; “Konu neden gündeme geldi ve büyüdü?” olmalıdır. İlk cevap Mu’tezile’nin kendisiyle birlikte tanımladığı temel akidelerdir. Özellikle tehvid ilkesinin –Allah’ı özü ve ilinekler açısından tek kabul etmek ve onun dışında sıfat tanımlamamak– etkili olduğu düşünülmektedir. Başka söylentiler de mevcuttur. Bazıları Yahudi kaynaklarından, bazıları da Hıristiyanların Kur’an’dan yararlanarak İsa’nın kadim olduğu tartışmasından bahsetmektedir. Yunan kaynaklı logos terimine kadar ilişkilendirenler olduğu gibi kelam tartışmalarının başka din kültürlerle ilişkili olmadığını söyleyenler ve vardır.  

Muhammed Abid Cabiri’ye (1936-2010) göre Ca’d b.Dirhem ve Cehm b.Safvan tartışmayı Emevilerin geliştirdikleri cebr siyasetine muhalefet olabilmek amacıyla geliştirmişlerdir. Emeviler tarafından katledilen iki düşünürün Halku’l-Kur’an görüşü Emeviler’e karşı muhalefetin sembolüdür. Emeviler icraatlarını Allah’ın kaderine bağlıyor ve bunu da toplumun katlanması gereken bir fıtrat olarak sunuyorlardı. Kur’an’ın mahlûk olması demek Emevi politikasının Allah’ın bir kaderi olmadığı, bilakis yöneticilerin kendi iradeleri ile gerçekleştiği anlamına geliyordu. Bu durumda büyük günahlarla ilgili tartışmalara dönersek, halifeler yaptıkları kötülüklerden de sorumlu oluyorlardı. Hal böyle olunca teolojik gibi görülen bir tartışma ölümcül bir siyasete dönüyordu. Abbasilerle birlikte Mevali olarak ifade edilen grupların yönetimde söz alması, din değiştirmiş Orta Asyalıların hâkimiyeti bu tartışmaları alevlendirdi.

Me’mun’un sorgulanmasını istediği âlimler içinde Mihne sonrası dönemin baskın isimlerinden biri olacak olan Ahmed b.Hanbel’de (780-855) bulunmaktaydı. Ulemanın büyük bir kısmı baskıdan korkarak Me’mun’un istediğini kabul etti. Aralarında Hanbel’in de bulunduğu azınlık direnmeyi tercih etti. Derken 9 Ağustos 833 yılında Me’mun Bedendûn (Pozantı) yakınlarında ordugâhta öldü. Yerine Ebû İshak Mu’tasım Billâh (796-842) geçti. Mu’tasım’ın okuması ve yazmasının zayıf olduğu söylenmektedir. Ancak siyasi ve askeri düzeyde başarılı, isyanların bastırılmasında etkili olan bir halifedir. Me’mun, Mu’tasım’a bıraktığı vasiyette Kur’an’ın şey ve mahlûk olduğunu kabul etmesini ve bu politikanın devamını istiyordu. Böylece olay Abbasi Devletinin de politikası haline geldi.

Kur’an’ın mahlûk olduğunu kabul etmeye yanaşmayanlar tevkif ediliyor ve zindanlara atılıyordu. Olay sadece soruşturma boyutunu açmış ve eğitim politikası haline de gelmişti. Ahmed b.Ebu Duad (776-854) güdümündeki Mu’tasım çocuklara Kur’an’ın yaratılmış olduğunun öğretilmesini istiyordu. Bu arada Mu’tezile’nin diğer itikadi düşünceleri halk arasında yayılmaya çalışıyordu. Halkın çoğunluğu anlam veremediği bu düşüncelerden hoşlanmıyordu. Allah’ın halk arasında yaygın kabul ettiği sıfatlarının olmaması ve ahirette görülemeyecek olması sıradan bir insanın anlayacağı şeyler değildi. Belki de bu sürtüşme halkın geleneksel kelam yorumcularına yakın olmasının ardında yatan sebeplerden birisi olmuş ve Mu’tezile’yle birlikte düşünsel hayatın önüne duvar örülmesini kolaylaştırmıştır. Mu’tasım’ın ardından 842 yılında Harun el-Vasık bi’llah b.Mu’tasım (812-847) halife oldu. Me’mun’u örnek alan Vasık hem zeki hem de eğitimliydi. Uygulama devam etmekle birlikte Ahmed b.Hanbel’in üzerine çok gidilmedi. Bunun sebeplerinden biri Hanbel’in toplum nezdindeki itibarı ve olası bir isyan ihtimaliydi. Zaten bu durum Mihne’nin sonunun gelmeye başladığının da göstergesiydi. Öte yandan olayın en önemli ismi olan Ahmed b. Ebu Duad konumunu korumaya devam etmişti. Sorgulama sırasında boyun eğmeyen bazı âlimler katledildi. Bizans ile 845 yılında gerçekleşen bir esir mübadelesinde Kur’an’ın mahlûk olduğunu kabul edenler kurtarılıp, diğerleri esir bırakıldı. Bu dönemin en acımasız uygulamalarından Ahmed b. Nasr el-Huzâî(ö:846) maruz kaldı. Kendisi isyana niyetlenince boynu vuruldu ve vücudu Samara’da, başı da Bağdat’ta halka teşhir edildi. Nasır el-Huzâî’nin vücudu Mütevekkil döneminde defnedildi.

Vasık’ın ardından yerine Ebu’l-Fazl cafer b.Muhammed (Mütevekkil) (822-861) halife oldu. Mütevekkil kademeli bir şekilde Mihne olayına son verdi. Önce Halk’ul-Kur’an tartışmasını durdurdu. Sonra zindandaki insanları serbest bıraktı. Saraydaki Mu’tezile kelamcılarının yerini Ahmed b.Hanbel ve Mihne karşıtı ulema aldı. Mu’tezile kelamcıları için zor günler başladı. En sonunda bu olayın arkasındaki Ebu Duad ailesi yönetimden el çektirildi, mallarına el konularak sürgüne yollandı. O güne kadar yönetimde daha fazla söz sahibi olmuş olan Alioğulları yerine Abbasoğulları geçmeye başladı. En önemlisi de arkalarındaki halk desteğiydi. Halk felsefeye de bulaşmış olan Mu’tezile kelamcılarının dini yorumlarını ne anlamış ne de sevmişti. Çünkü halk yığınları ilk gördükleri zahirinin peşinde koşuyorlardı. Onlar için Tanrı insan biçimci bir şekilde gökyüzünde oturuyordu. Cennet bu dünyada zorluklara katlanacak olan iman sahiplerinin duyusal olarak ödüllendirileceği bir mekândı ve burada Allah’ı kendi gözleriyle göreceklerdi. Mu’tezile ve 9.yüzyıl ortalarında ortaya çıkan filozoflar farklı düşünüyordu. Öte yandan sayısal çoğunluk –her zamanki gibi– halkın ve onları arkasına alan iktidardan yanaydı. Abbasi Halifeliği bir dönem kelam ve felsefeyle temas etmenin de etkisinde kalarak, daha çok içinde bulunduğu ortamın siyasi ortamın baskısıyla ile Mu’tezile kelamından yararlanmayı bildi. Onunla işi bittiğinde de yaşanılanların tüm günahını Mu’tezile ve akla fatura ederek, neredeyse hiç bedel ödemeden sıyrılabildi. Mütevekkil bu tartışmaların ardından Tanrı hakkında düşünmeyi ve kelam ilmiyle uğraşmayı yasakladı. Herkes Kur’an ve sünnette belirtilenlerle yetinecekti; akla düşünmeye ihtiyaç yoktu. Süreçten en kârlı çıkan, çektiği acılara rağmen Ahmed b.Hanbel oldu. Bu dönemin sembol ismi haline geldi ve öğretileri temel mezheplerden biri haline geldi. Bütün bunlara rağmen Kindi ve takipçileri felsefeyle uğraşmayı başardı; ancak kalıcı olamadılar. Noktayı Gazzali koydu. Tehafütü’l Felasife isimli eserinde bazı temel konuları zemine alarak felsefeyle uğraşanları tekfir etti ve kâfir ilan etti. İnançlı kitleler için tartışma bitmişti.

İçinde bulunduğumuz toplumun düşünce, felsefe ve bilim tarihini konuşmaya başladığımızda ilk göze çarpan Kindi ve devamındaki Farabi, İbn-i Sina, Biruni gibi isimler olmaktadır. Çoğunlukla da bu isimleri anarken çağımızda batı toplumlarına eşdeğer bir aydınlanma olduğunu düşünmekten toplumsal bir haz duyarız. Kuşkusuz MS.9-12.yüzyıllar Arap-İslam coğrafyası felsefe ve bilim alanında çağının ilerisinde örnekler sunulmuştur. Yine de MÖ.6-4.yüzyıllar arasında İonya ve Atina’da ya da MS.16.yüzyıl ve devamında Batı coğrafyasında yaşanılana benzer bir aydınlanmadan söz etmek mümkün değildir. Bunun için öncelikle düşüncenin kendi dogmalarını hedef alması, bu dogmalar içinden özgün felsefesini üretmesi, bunu çoğaltabilmesi ve kurumsallaştırabilmesi gerekmektedir. Beraberinde kitlesel boyutta olmasa da, tartışmaları yakından izleyebilecek entelektüel takipçilerin ortaya çıkması beklenmektedir.

İslam coğrafyasında düşünce kendi inancı içinde boy vermeye çalışmıştır. Geleneksel dogmalarını tartışma konusu yapmaya başladığı anda Antik dönemin kadim bilgileriyle karşılamış ve bunlardan yararlanmıştır. Ancak, sağduyulu ve çoğunluğun duygu dünyasına hitap eden ulema, tartışmaların yarattığı teolojik boyutu, iktidar da siyasi tehdidi zamanında algılamış ve gerekli önemleri almıştır. Mihne hadisesinin ateşi düştüğünde ulema ve iktidar koalisyonu, inanç alanının etrafını, dolayısıyla bu alanın koruduğu iktidarlarını yüksek duvarlarla çevrelemişlerdir. Bundan sonra aklın özgürlüğünü savunan düşünce karşısına yüksek bir dikenli duvar çekilmiş ve fikirler dünyası sönümlenmiştir. Öyle ki 10. yüzyılda yine Bağdat’ta ortaya çıkacak felsefe 11. yüzyılda Gazzali tarafından tekfir edilerek susturulmaya çalışılacaktır. Her ne kadar 12. yüzyılda İbn Rüşd,  eleştirilere yanıt ermeye çalışsa da, günümüze kadar duyulmayacaktır. Felsefe ve bununla bağlantılı doğa bilimleri çağı ile irtibat kurma olanağından mahrum kalacak ve özgün eserler üretilemeyecektir. Osmanlı İmparatorluğu daha işin başında bir fetva ile felsefeyi medrese müfredatından çıkarmıştır. Bu durum bireysel çabaların kendi içinde kalmasına ve kurumsal felsefe okullarının gelişmesine engel olmuştur. Tıp, mühendislik gibi pratik sonuca dayalı alanların ilerlemesi bu süreçten ayrı düşünülmelidir. Yine de bu alanlar sadece günü kurtarmaya çalışmış olup, dünya ile temas kuracak özgün ürünler üretememiştir. Felsefe ve düşünceye 9.yüzyılda çekilen bu duvarı aşma çabası 19-20. yüzyıllarda Osmanlı’nın son dönemi ve Cumhuriyet Türkiye’sinde mümkün olmuştur. Ancak burada da ulema halkın inançları ve iktidarla kurduğu ilişki sayesinde konumunu korumayı bilmiştir. Yirmi birinci yüzyılda görülen manzara ise bin iki yüz yıl önce düşüncenin önüne konulan duvarların artık bir hükmünün kalmadığıdır… 

Coşkun Bakar, Hekim, Halk Sağlığı Uzmanı, Prof.Dr.

Kaynaklar:

Bayram Çınar.(2019). Din-Siyaset İlişkisi açısından Me’mun Dönemi Mihnesi. (Doktora tezi) Metin Özdemir(Tez Danışmanı). Ankara Yıldırım Beyazıt Üniversitesi Sosyal Bilimler Enstitüsü. Temel İslam Bilimleri Anabilim Dalı. Ankara.

Carl Brockelmann.(1954). İslam Milletleri ve Devletleri Tarihi 1. (Çev:Neş’et Çağatay). Ankara Üniversitesi İlahiyat Fakültesi Yayınlarından VI. Örnek Matbaası. Ankara.

Cemalettin Erdemci. (2012).  Mihne sürecinin kelam ilmine etkileri. M.Mahfuz Söylemez (Editör). Mihne süreci ve İslami ilimlere etkisi. Ankara Okulu Yayınları. Ankara.

Dücane Cündioğlu. (2021). İslam’da felsefe olur mu? 15 Ekim 2021 tarihli Youtube kanalı yayını. Erişim adresi: https://www.youtube.com/watch?v=w0XsrjA7xmo Erişim tarihi: 23.10.2021.

Henry Corbin.(2015). İslam Felsefesi tarihi. Başlangıçtan İbn Rüşd’ün ölümüne Cilt 1. (Çev: Hüseyin Hatemi). İletişim Yayınları. İstanbul.

Kemal Işık. (1967). Mutezile’nin doğuşu ve kelami görüşleri. Ankara Üniversitesi İlahiyat Fakültesi Yayınları LXXVI. Ankara Üniversitesi Basımevi. Ankara.

Metin Yurdagür.(2018). Kelam Tarihi. Ekoller-Şahıslar-Eserler. M.Ü.İlahiyat Fakültesi Vakfı Yayınları. İstanbul.

Muharrem Akoğlu. Mihne sürecinde mu’tezile. İz Yayıncılık. İstanbul, 2006.

S.Frederick Starr. (2019). Kayıp Aydınlanma. Arap Fetihleri’nden Timur’a Orta Asya’nın altın Çağı. (Çev: Yusuf Selman İnanç) Kronik yayınları. İstanbul.

Türkiye Diyanet Vakfı. İslam Ansiklopedisi. Kelam. Erişim adresi: https://islamansiklopedisi.org.tr/kelam--ilim Erişim tarihi: 23.10.2021.

Türkiye Diyanet Vakfı. İslam Ansiklopedisi. Me’mun. Erişim adresi: https://islamansiklopedisi.org.tr/memun Erişim tarihi: 23.10.2021.

Türkiye Diyanet Vakfı. İslam Ansiklopedisi. Mihne. Erişim adresi: https://islamansiklopedisi.org.tr/mihne Erişim tarihi: 23.10.2021.


https://www.dunyadinleri.com/tr-TR/dunya-dinleri/islam-tarikatmezhepleri/oku_mutezile-mutezile-mezhebi-ortaya-cikisi-ve-prensipleri#prettyPhoto

Yorumlar

  1. Hocam kaleminiz güçlü olsun. İleri fikirler daima iktidar ile düello yapmak istiyor galiba.cok zekice bir siyasi oyun yapılıyor burada. Kur'an'ın yaratılmış olması, dini ulemanın gücünü zayıflatıyor. İktidarın gücünü arttırıyor. Ancak mutezile akla bu kadar önem verirken, yapılan zulmün ve bagnazligin neden akılsızca bişey olduğunu görmediler? Beşîr b. el-Velîd, halifenin görüşünü baskı, tehdit ve kerhen
    kabul edenleri, müşriklerin baskısı altında kalan ve hakkında ‘‘Kalbi imanla dolu
    olduğu halde zorlanan kimse hariç, inandıktan sonra Allah’ı inkâr eden kimse ve
    böylece göğsünü küfre açanlara Allah’tan azap iner ve onlar için büyük bir azap
    vardır’’51 âyeti nâzil olan Ammâr b. Yâsir’e benzetmiştir. Vali bu durumu halifeye
    bildirince o da sorgulanan âlimleri tekrar imtihana tâbi tutmak için yanına gönde￾rilmesini emretti" sefere çıkan bir halifenin kendi gücünü ve iktidarını korumak için yaptığı bir tür siyasi komplo. Çünkü yapılan zulüm ve haksızlık, halkul kuran konusundan daha büyük. Olayın faturasını ödeyen kisiler, toplum içinde saygın ve belirli bir gücü olan kişiler. Orta Doğu'da fikrin ve bilimin en büyük düşmanı, iktidarların en büyük silahı daima dini tekfir olmuştur. Mihnede yapılan bu kurgu günümüzde çok güzel uygulaniyor.

    YanıtlaSil
  2. Kıymetli hocam çok başarılı bir makale...Kabuğunu yırtamayan, bilime kulağını ve gözünü kapamış olanların esatirül evvelin diye görmezden geldiği konular, günümüzde de aydınlık bir toplumun oluşmasına halen ket vuruyor. Makalenizde....''düşüncenin kendi dogmalarını hedef alması, bu dogmalar içinden özgün felsefesini üretmesi, bunu çoğaltabilmesi ve kurumsallaştırabilmesi gerekmektedir...'' ifadesi bence bilimsel aklın gelişimine ışık tutan en önemli cümle. Thomas Jefferson'un dediği gibi; ''Tanrının varlığını bile cesurca sorgulayın çünkü eğer bir Tanrı varsa, aklın egemenliğini, gözü kör korkulardan daha çok onaylar.'' Çalışmalarınızda başarılar diliyorum.

    YanıtlaSil

Yorum Gönder