BİLİMSEL DÜŞÜNCENİN YOLUNDA: ORTAÇAĞ ARAP-İSLAM COĞRAFYASINDA DÜŞÜNEBİLMEK…

İnsan aklı ilk gökyüzüne çevirdi gözlerini ve mitolojik öykülerin eleştirisiyle başladı hakikat yolculuğuna, çok zaman geçmedi ki yeryüzüne de indirdi gözlerini. Her seferinde insanlar tarafından ortaya atılan göksel masalların eleştirisiyle başladı işine. Bunu yaparken aklın çalışma biçimlerini kullandı. Günümüze mantık olarak gelen bu yöntemde benzerlik ve farklılıklar üzerinde yola çıkarak çelişkiler ayıklanmaya çalışıldı. Gökyüzü ile başlayan yolculuğu, doğadan topluma ve siyasete de uğradı.  Bu yüzden yerleşik düzenin sahipleri tarafından pek sevilmedi. Onlar tapınak koruyucuları, saray bekçileri ile çoğu zaman da sermaye sahipleriydiler. Kurdukları masala dayalı toplum düzeni ile kölelerini başka bir yaşamın hayali ile uyuşturan bu üçlü doğal olarak sistemlerinin akıl süzgecinden geçirilmesinden hoşnut olmazdı ve olmadı da…

Böylece filozofların sancılı yaşamları da başlamış oldu. Sokrates, Anaksagoras, Miletli Aspasia, İskenderiyeli Hypatia, Nicolaus Copernicus, Galileo Galilei, Giordano Bruno, Baruch Spinoza ve diğerleri batı dünyasında bu sancılı yolculuğu yaşayanlardan bazılarıdır. Bu insanlar zamanın mahkemeleri tarafından (yani devlet eliyle) idama mahkûm edilmiş, ev hapsine alınmış, yakılmış, parçalanmış, aforoz edilmiş, sürgüne mahkûm edilmiş ve itibarsızlaştırılmıştır. Düşünceye karşı yürütülen, devlet desteğini arkasına alan bu vahşetin sadece günümüzün Avrupa dünyasına ait olduğunu sanıyorsanız yanılıyorsunuz. Avrupa’nın diğerlerinden farkı, tecrübelerin üzerinde her türlü düşünce ve eleştirinin korunduğu bir toplum yaratmış olmasında yatmaktadır. Buradaki tek sınır eleştiri özgürlüğünün sınırlandırılması ya da yok edilmesini isteyen düşüncedir.
Bu makalenin konusu Batı dünyası olmayacak. Onun yerine içinde bulunduğumuz İslam coğrafyası olacaktır. Birçok okuryazar insan hatta tarih yazıcıları Batı’daki Ortaçağı konuşurken kendi toplumlarının özgür olduğunu düşünmektedir. Hatta 9-12. yüzyıl arasında ortaya çıkan filozof ve düşünce adamlarına dayalı İslam aydınlanması yanılsamasıyla içinde bulunduğumuz kültürün insanları mutlu bile olmaktadır. Blogta yer alan bir önceki yazımda İslam aydınlanması kavramının bir yanılsama olduğunu iddia etmiştim. Bu iddianın üzerine gitmeye devam edeceğim. Bu yazıda da bu aydınlanmanın kahramanı olan bazı filozof ve düşünce adamlarının yaşadıklarından örnekler vereceğim. Yazı kapsamında aldığım filozofların düşüncelerinden bahsetmeyeceğim. Bu konuda kaynaklar bölümünde geniş bir liste verdim. İsteyenler o listeden yararlanabilirler.
 
Mu’tezile kelamcıları ve Mihne olayı
İslam coğrafyasında düşünce için dönüm noktası olarak sayılabilecek en önemli olay Mu’tezile kelamcılarının ortaya çıkışı ve Mihne sürecidir. Ayrıntılarına girmeyeceğim bu süreçte günümüz dünyası için akademik düzeyde kalacak bir teolojik tartışmanın dönemin siyasetine alet olması ve sonuçları yaşanmıştır. İslam topraklarında dinin akidelerini akılsal yöntemlerle açıklamaya çalışan ve klasik kaynaklar dışındaki kitaplardan yararlanan Mu’tezile kelamcıları ile geleneksel yorumcular arasında zamanla görüş ayrılıkları belirmiştir. Abbasi halifesi Me’mun tarafından bu görüş ayrılıkları Arap kökenli kelamcıların tasfiyesi amacıyla da kullanılmaya kalkınca son derece dramatik sonuçlar yaşanmıştır. Sonuç olarak geleneksel düşünce el-Mütevekkil ile birlikte kesin bir zafer kazanınca, ucu teolojiye çıkan tüm konularda akıl yürütme yöntemleri yasaklanmıştır. Bundan sonra ilk bahsedilecek filozof olan el-Kindi böyle bir ortamda yeni dönem felsefe akımının temellerini atmaya çalışacaktır.
 
Ebu Yusuf Yakup b. İshak el-Kindi (801-866)
Kindi, tamamıyla Arap kabilesinden geldiğinden “Feylesuf el-Arab” denilmektedir. Birçok kaynak İslam döneminin ilk filozofu olarak tanımlamaktadır. Ayrıca Meşşai felsefenin de temsilcileri arasında görenler bulunmaktadır. Soylu bir aileden gelmektedir. Doğum ve ölüm tarihleri net değildir. Ölümü ile ilgili ilk dikkat çeken kaynak F. Starr’ın aşağıdaki metnidir;
“Beni Musa’nın bu mülayim adamla (el-Kindi) niçin anlaşamadığı belki de hiçbir zaman bilinmeyecektir. Fikir ayrılıkları, etnik ya da dini farklılıklar göz ardı edilemezler. Memun’un ölümünden birkaç sene sonra bu kardeşler bir hamle yaparak Kindi’ye karşı cephe almışlardır. Bu hamlenin neticesinde Kindi dövülerek öldürülmüş ve kütüphanesine el konulmuştur.” (F.Starr:209)
Mehmet Dağ ve hasan Aydın’ın yazdıkları kitapta da El-Mütevekkil döneminde saraydan uzaklaştırıldığı ve kütüphanesine el konulduğundan bahsediliyor. Daha sonra kütüphaneyi geri alsa da eski konumuna ulaşamıyor. Henry Corbin’in kitabında da Mütevekkil ile birlikte gözden düştüğü ve bir kenarda öldüğü söyleniyor. Onun dışındaki kaynaklarda net bir bilgi yok. Ancak görünen o ki dönemin güçlü isimleri olan Beni Musa ile aralarında sorunlar yaşanmış. Bu da ö dönem için son derece riskli bir durumdur. Diğer kaynakların hiçbirinde Kindi’nin ölümü için net bir şey söylenmiyor. Görünen o ki Kindi hayatının son dönemlerinde oldukça zor günler yaşamış ve bir ihtimal katledilmiştir.
 
Ebu Ali el-Hüseyin b. Abdillah b. Ali b. Sina (980-1037)
İslam-Arap literatürünün en güçlü yazar ve hekimlerinden birisi. Yaşadığı dönem de dâhil olmak üzere tüm dönemlerde tıp dünyası ve felsefe dünyasında çalışan herkesin tanıdığı bir şahsiyet. Günümüzde İran, Türk ve Arapların kendilerine mâl etmek istedikleri bir âlim. Bu kadar büyük bir insanın yaşadığı dönemde de büyük bir itibar görmesini beklersiniz herhalde. Bakalım nasıl olmuş?
“Ürgenç’in kısa süren baharından bahsetmeyi bırakırken İbn-i Sina hakkında son bir söz söylememek olmaz. 1010’daki ani kaçışından 1037’deki ölmesine kadar geçen sürede, İbn-i Sina sürekli hareket halindeydi. Bütün bölgede bir virüs gibi dolaşan siyasi kargaşalar yüzünden sürekli şehir değiştirmek zorunda kalmıştı. Bu karmaşanın sebebi Gazneli Mahmut ve ordusunun Büveyhilere durmaksızın baskı yapıyor olmasıydı. İbn-i Sina Mahmut’un kendisinin Gazne’deki sarayına gitmesini istediğini, daha doğru bir ifadeyle emrettiğini, biliyordu. Kaçmış olmasından ötürü Mahmut’un kendisini affetmeyeceğinin de farkındaydı. Bu sebeple yakalandığı takdirde merhamet bekleyemezdi. İbn-i Sina bitmeyen seyahatleri boyunca İran’da ayak basılmadık yer bırakmamıştı…
İbn-i Sina’nın seyahatlerinin sebeplerinden biri de sığındığı Büveyhi saraylarındaki bitmek bilmeyen siyasi istikrarsızlıktı. Hünerli bir idareci olarak ün salmış olan İbn-i Sina, bu sayede birçok devlette yüksek makamlar elde etmişti. Örneğin Hamedan’da vezir olmuştu. Bir hükümdarın ölümü, İbn-i Sina’nın tutulduğu bir hastalık nöbeti, bir isyanın patlak verişi ve komşu hükümdarların askeri tehditleri İbn-i Sina’yı diyardan diyara savuran sebepler arasındalardı. Bir defasında bir kaleye hapsedilmişti. Bir keresinde de kıdemli bir yönetici olarak belirlediği politikalara karşı başlayan bir halk ayaklanması yüzünden çöle kaçmak zorunda kalmıştı. Çölde eşkıyalar yolunu keserek heybesindeki birçok önemli el yazmasını çalmışlardı. İsfahan’da huzurlu bir hayat yakaladığındaysa artık ömrünün sonlarına yaklaşmıştı.
Bunca karmaşa içinde İbn-i Sina’nın kendisine felsefe ve metafizik dünyasında saygın bir yer kazandıran en önemli kitap ve risalelerini yazabilmiş olması mucize gibidir. Bu mucizeyi, bütün gün her küçük sarayda görülen incir kabuğunu doldurmayacak entrika ve çalışmalarla ilgilendikten sonra akşam meclislerindeki bir avuç talebesi ve kâtip sayesinde başarmıştı. Dindarlıktan gayet uzak olarak, bu meclislerde şarap eksik olmuyordu. Talebelerinden birine inanacak olursak oldukça faal bir seks hayatı vardı.
Bu yılların başlıca mahsulleri Kitab’üş şifa, Kitab’ün necat, ve El-işarat ve’t tenbihat idi. Her üçü de Latince’ye tercüme edilen bu eserler Batı’da gayet olumlu karşılık bulmuştu.” (F.Starr:378-379)
Bence bu kadar söz yeterli…
 
Ebu Abdillah el-Huseyin İbni Mansur el-Hallac (857-922)
Tasavvuf kültürünün seçkin isimleri arasındadır. Bir Zerdüşti torunu olarak Tur’da dünyaya gelmiştir. İsmi ve yargılanması sınırları aşmış ve büyük yankı uyandırmıştır. Hallac’a tasavvuf libası olan hırka hocaları tarafından giydirilmişti. Ancak o daha sonra halka ulaşabilmek için hırkayı attı. İran eyaletlerini geziyor ve halka manevi hayatın resm ve adabını icra ediyordu. Ünü Çin sınırına kadar uzanmış ve bir veli olarak görülmeye başlanmıştı. Temel amacın Allah’a ulaşmak olduğunu, bunun da aşk ile olabileceğini vaaz ediyordu. Bu düşünceler kısa zamanda tepki toplamakta gecikmedi. Şeriat ehli onu tüm-tanrıcılıkla suçluyor ve itiraz ediyorlardı. Yine teolojik ve felsefi sayılabilecek bir tartışma vardı. Otoriteler rahatsızdı ve beklenen fetva Bağdat’ın büyük fakıyhi İbni davud Ispahani tarafından verildi. Hallac’ın akide ve öğretisi bozuk, şeriata muhalif ve katli meşruydu:
“Abbasi zabıtası onu iki kez tutukladı ve sonunda 915 yılında hapsederek Vezir İbni İsa huzuruna çıkarıldı. Dindar ve hür düşünceli bir kimse olan vezir, onun idamına karşı çıktı. Bu da ancak Hallac’ın idamını geciktirebilecek, önleyemeyecekti. Sekiz yıl yedi ay boyunca Hallac hapiste kaldı. Hallac’n müridlerinin ateşli bir düşmanı olan yeni bir vezir, Hamid iktidara gelince, olaylar hızlandı. Hallac 27 Mart 922 tarihinde idam edildi.” (H.Corbin:346)
 
Ebu’l-Futuh Yahya b. Habeş b.Emirek şihabeddin Sühreverdi (1153-1191)
Zincan şehri yakınlarındaki Sühreverd köyünde dünyaya geldi. Latin dünyasında çok tanınmaz, İslam dünyasında çeşitli unvanlarla anılır. Bazı araştırmacılar onu İbn-i Sina ile kıyaslar. Anadolu’da Selçuklulara ait olan geniş bir alanı ziyaret eden Sühreverdi’nin hayatı Suriye’de Selahaddin Eyyubi’nin oğlunu tanımasıyla değişir. Bu ilişkinden rahatsız olan ulema onun, Eyyubi’nin oğlu Melik Zahir’in itikadını ve ahlakını bozduğunu ileri sürmüştür. Melik Zahir’in arayı bulmak için yaptığı toplantı ters tepmiş, ulema Sühreverdi’nin dinsiz olduğu yönünde fetva çıkarma yoluna gitmiştir. Halep uleması Zeyn ed-Din ve mecd ed-Din İbn Cehhal isimli kardeşler fetva verdikten sonra Selahattin Eyyübi devlet adına bu cinayetin altına imza atmıştır.
Şehrezuri, Sühreverdi’nin öldürülme nedenini açıklarken şunları söyler;
“Halep uleması ile yaptıkları tartışmalarda filozofların inançlarını açıklıyor ve savunuyor, karşıtların görüşlerini aşağılıyordu. Onlarla tartıştığı zamanlarda (genelde) galip gelir ve (galibiyet şerefine) meclisi süslerdi. Ruhul el-Kuds (kutsal ruh) gücüyle gösterdiği ilginç olaylar da buna eklenince Sühreverdi’yi tekfir etmek ve haset duygularıyla öldürmek hususunda ittifak ettiler.” (M.Dağ ve H.Aydın; 402)
Sühreverdi’nin ölümüyle ilgili rivayetler muhteliftir. Kendi isteği ile açlıktan öldüğü, boğulmuş olabileceği ya da kafasının kesilmiş olabileceği söylenmektedir.
 
Molla Lütfi(Lutfullah Muhammed b. Hasan al-Tokadi) (1440-1495)
Ali Kuşcu ve Sinan Paşanın öğrencisidir. Fatih zamanında saray kütüphaneciliği yapmıştır. Sinan Paşa Sivrihisar’a sürülünce o da birlikte gitmiştir. Daha sonra Bursa’daki II.Murad Medresesine müderris olmuştur. İstanbul’a geldiğinde ise sapıklıkla itham edilerek yargılanacaktır.
Taşköprizâde’ye göre Molla Lutfi bir ders sırasında, “Namaz dedikleri kuru eğilip kalkmadır; faydası yoktur” cümlesini kullandığını belirtmektedir. Ancak Taşköprizâde’nin, o derste hazır bulunan öğrencilerden amcası Molla Kıvâmüddin Kasım’ın, -doğru söylediğine yemin ederek- açıkladığına göre söz konusu cümlenin aslı, Hz. Ali’nin ayağına saplanan bir okun kendisi huşû içinde namaz kılarken çıkarıldığını ve onun hiç acı hissetmediğini söyledikten sonra dediği, “Asıl namaz budur; yoksa bizim kıldığımız namaz kuru kalkıp eğilmekten ibarettir; onda da fayda yoktur” şeklindedir. Ona göre şahit öğrencilerden bazıları bu sözleri yanlış anlayıp saptırmıştır. (İslam Ansiklopedisi)
“Beyazıt H.’nin saltanata gelmesinden sonra, Sinan Paşa ile birlikte Molla Lütfi İstanbul'a dönerek, önce Bursa, sonra Edime, sonunda Fatih medreselerine müderris tayin edilmişti. Bu son tayin eskiden beri eserlerini eleştirerek rahatsız ettiği, zamanın bilginlerinden İbrahim Hatip-zade’nin kıskançlığını kabartınca, samimi bir Müslüman, fakat derslerinde dinin daha ziyade vicdanî ve ruhî kısımlarına önem veren Molla Lütfi’nin dinsizliği iddiası ortaya atılmış ve bir büyük meclis huzurunda muhakeme edilerek, iki yüz şahit dinlendikten sonra, bazı azanın muhalefetine rağmen, Hatip-zade fetvasıyla, katline karar verilmiştir. Beyazıt II., bu kararı derhal tasdik etmemiş ise de, Hatip-zade’nin ısrarıyla, nihayet tasdik etmek zorunda kalmış ve 900=1494 yılı rebiülevvelinin yirmi beşinci perşembe günü Lütfi, Sultanahmet meydanında, idam edilmiştir. Muhakemesi sırasındaki savunmaları ve haksız yere öldürülmesi, ulemanın ve halkın çok üzüntüsüne sebep olmuş ve şairler vefatına birkaç tarih düşürmüşlerdir. Cereyan tarzı ve savunmaları bakımından bir dereceye kadar Sokrat trajedisini andıran bu vaka, Osmanlı Türkiye’sinde ilim ve fikir adına uğranılan ilk felaket olsa gerektir.” (A.Adıvar; 60-61)
 
Takıyyüddin er-Rasıd (İstanbul Rasathanesi) (1526-1585)
Takıyyuddin’in doğum yeri ile ilgili farklı bilgiler olmakla birlikte 1570 yılında İstanbul’a gelir ve Sultan II. Selim tarafından müneccimbaşılığa getirilir. Takuyyiddin’in matematikten astronomiye ve optiğe birçok alanda çalışmaları bulunmaktadır. İhsanoğlu’na göre klasik İslam bilim geleneğinin son bilim insanını ve zirvesini temsil eder. III.Murad’ın emriyle Tophane sırtlarında bir rasathane kurar ve herşey bundan sonra başlar. Rasathane oldukça iddialı olup, burada yapılan çalışmalar Tycho Brahe’nin rasathanesi ile yarışmaktaydı.
“Takıyyüddin, Galata Kulesi’nde gözlem çalışmalarına başladı ve birkaç yıl süren bu çalışmalarını 985 (1577) yılından itibaren III. Murad’ın izniyle Tophane sırtlarında kurduğu rasathânede sürdürdü. Burada ayrıca bir kütüphane oluşturdu. Ancak bir yandan siyasal bağlantıları, bir yandan yakın dostluklar kurduğu devlet adamlarının arasındaki çekişmeler onu ve rasathâneyi hedef alan bir yıpratma kampanyasının başlatılmasına yol açtı. Siyasî çekişmelere dinî bir zemin hazırlamakta gecikmeyen Şeyhülislâm Kadızâde Ahmed Şemseddin Efendi’nin, “Rasathâneler bulundukları ülkeleri felâkete sürükler” şeklindeki fetvası yüzünden Osmanlı Devleti tarihindeki tek gözlemevi olan ve Türk bilim tarihinde büyük önem taşıyan İstanbul Rasathânesi, 4 Zilhicce 987 (22 Ocak 1580) tarihli bir hatt-ı hümâyunla içindeki aletlerle birlikte tahrip edildi. Bu olaydan derin üzüntü duyarak köşesine çekilen Takıyyüddin İstanbul’da vefat etti.(İslam Ansiklopedisi)
Devlet görevlileri bir araya gelerek, Padişahın da desteğini alarak, donanmanın silahları ile ülkenin geleceğine son vermişlerdir. Osmanlı Devleti çağına uygun astronomi çalışmalarına 19.yüzyıla kadar kavuşamayacaktır. Modern bir rasathane bugün halen faaliyetine devam eden Kandilli Rasathanesi, İmparatorluğun son yıllarında kurulacak olup Cumhuriyet döneminde gelişecektir. Bugün birçok üniversitede kendi olanakları doğrultusunda gözlemevleri bulunmaktadır.
Yukarıda verdiğim örnekleri arttırmak mümkündür. Şeyhülislamların sapkın olarak fetva verdiği her grup ve bu gruptaki düşünürler, şairler, filozoflar ya yok edilmiş ya da sürgüne mahkûm edilmiştir. Bu gelenek Cumhuriyet döneminde de devam etmektedir. Yaşanılan her olayda ya ulema, ya sultanlar ya da her ikisi birden vardır. Ancak hepsinde düşünce adamlarına yapılan baskı devlet eliyle sonuç bulmuştur. İdamları sultan onaylamış, rasathaneyi donanma yok etmiştir. İlginç bir tesadüf olarak günümüzde de devlet eliyle modern rasathanenin içinde bulunduğu Boğaziçi Üniversitesi değersizleştirilmeye çalışılmaktadır. Sonuçlarının ne olacağını zaman gösterecektir.
Öte yandan şu var ki; içinde bulunduğumuz toplumlarda nadiren olan her düşünce çabası bir şekilde devlet ve ulema eliyle püskürtülmüştür. Gerçi kaynaklarda belirttiğim birçok Türk tarih yazarı, her olay için devletin ve dinin suçlu olmadığını olaylara kişisel hırsların neden olduğunu ısrarla vurguluyorlar. Öyle ya da böyle içinde bulunduğumuz toplumda şefin ya da büyücünün onaylamadığı şeyleri düşünen ve de konuşan insanların hayatı halen çok zor koşullarda geçiyor. Ancak bunun bedelini düşünce adamlarından çok toplum ödüyor. Nasıl mı diyorsunuz? Görmek çok kolay; günlük basını takip edin ya da sokaklarda dolaşın, gözleriniz varsa görürsünüz. Yoksa sorun yok zaten…

Coşkun Bakar, Hekim, Halk Sağlığı Uzmanı, Prof.Dr.
 
Kaynaklar:
A. Adnan Adıvar. Osmanlı Türklerinde İlim. Remzi Kitabevi. İstanbul. 1982.
Ahmet Cevizci. Ortaçağ Felsefesi Tarihi. Asa Kitabevi. Bursa. 2001.
Beni Musa. İslam Ansiklopedisi. Erişim: https://islamansiklopedisi.org.tr/beni-musa Erişim Tarihi: 07.08.2021.
Ekmeleddin İhsanoğlu. Osmanlı Bilim Mirası. Birinci Cilt. Önemli Alimler ve Eserler. Yapı Kredi Yayınları. İstanbul. 2017.
Ekmeleddin İhsanoğlu. Osmanlı Bilim Mirası. İkinci Cilt. Önemli Alimler ve Eserler. Yapı Kredi Yayınları. İstanbul. 2017.
Fuat Sezgin. İslam’da Bilim ve Teknik Cilt 1. Arap-İslam Bilimleri Tarihine Giriş. Duraklamanın Başlangıcı ve Yaratıcılığın Son Bulmasının Nedenleri. (Çev:  Abdurrahman Aliy). Türkiye Bilimler Akademisi Yayınları No:14. Ankara:2007:168-183.
Henry Corbin. İslam Felsefesi Tarihi Başlangıçtan İbni Rüşd’ün  Ölümüne Cilt 1. (Çev:Hüseyin Hatemi). İletişim Yayınları, İstanbul. 2015.
Hilmi Ziya Ülken. Eski Yunan’dan çağdaş düşünceye doğru İslam Felsefesi, kaynaklar ve etkileri. Doğubatı yayınları. Ankara. 2017.
Hüseyin Gazi Topdemir. İbn Sina. Doğunun sönmeyen yıldızı. Say yayınları. İstanbul. 2009.
Jacques le.Goff. Ortaçağda entelektüeller. (Çev: Mehmet Ali Kılıçbay).Ayrıntı Yayınları. İstanbul. 1994.
John Freely. Işık Doğu’dan yükselir. İslam biliminin batı dünyasının şekillenmesine katkıları. (Çev: Gül Çağalı Güven). Doğan Kitap. İstanbul, 2014.
Mehmet Dağ, Hasan Aydın. Ortaçağ İslam kültüründe felsefe. Akımlar, filozoflar ve temel sorunlar. Bilim ve Gelecek yayınları. İstanbul. 2017.
Molla Lütfi. Osmanlı Âlimi. Erişim: https://islamansiklopedisi.org.tr/molla-lutfi Erişim Tarihi: 07.08.2021.
Orhan Hançerlioğlu. Felsefe Ansiklopedisi. Kavramlar ve Akımlar. Cilt 1 (A-D). Remzi Kitabevi. 1978.
Sadık Usta. Dünyayı Değiştiren Düşünürler V. Kafka, Epsilon Yayıncılık. İstanbul. 2019.
S.Frederick Starr. Kayıp Aydınlanma. Arap Fetihlerinden Timur’a Orta Asya’nın Altın Çağı. (Çev: Yusuf Selman İnanç). Kronik Yayınları. İstanbul:2019.
Seyyid Hüseyin Nasr, Oliver Leaman. İslam Düşünce Tarihi. İslam Felsefesi Tarihi. Cilt 1. (Çev: Şamil Öçal, Hasan Tuncay Başoğlu). Açılım Kitap. İstanbul. 2007.
Takıyyüddin er-Rasid. İslam Ansiklopedisi. Erişim: https://islamansiklopedisi.org.tr/takiyyuddin-er-rasidErişim Tarihi: 07.08.2021.
 

Kaynak: ttps://cdn.islamansiklopedisi.org.tr/gorsel/Minyat%C3%BCr/takiyyuddin-er-rasid-1.jpg




Yorumlar