BİLİMSEL DÜŞÜNCENİN YOLUNDA: KEŞFİ VE CEHALETİ KEŞFETME…

“Aristoteles’in dikkate değer bir yanı doğal fenomenlere ilişkin araştırmalarıydı; örneğin, yumurta içinde tavuk embriyonunun gelişimini incelemişti. Ama Ortaçağ ve Rönesans Avrupası üniversitelerinde benimsendiğinde, eserleri daha kapsamlı araştırmayı teşvik edecek bir projeye değil, edinilmiş bilgiler içeren birer ders kitabına dönüştü. Bizzat yeni bilgi olasılığına kuşkuyla bakılır oldu; öğrenilmesi gereken her şeyin Aristoteles’te ve metinleri üzerinde yorumların zengin geleneğinde bulunduğu varsayıldı. Üniversitelerin öğrettiği gerçek Aristoteles değil, teolojinin en önemli disiplin sayıldığı bir dünyadaki eğitim programına uyarlanmış Aristoteles’ti.”
Kaynak: David Wootton. Bilimin İcadı. Bilim Devrimi'nin Yeni Bir Tarihi. (Çev:Nurettin Elhüseyni). Yapı Kredi Yayınları. İstanbul. 2019:79.
 
Bilim ve teknoloji insan yaşamının en popüler kavramlar arasında yer almaktadır. İçinde yaşadığımız zaman dilimi içinde, çoğu gereğini yapma noktasının çok uzağında da olsa, devlet yöneticilerinin sözlerinde bilim kelimesi -teknoloji üretmek anlamında- eksik olmamaktadır. Ancak bu insanların eğitimleri ile akıl seviyeleri, gerekli sorumlulukları yüklenebilme seviyesinden çok uzaklara düştüğünden, tarih boyunca bilim ve teknoloji bazı coğrafyalara has bir lütuf olabilmiştir.
Bilimsel düşüncenin ve üretimin en önemli dayanak noktası olgulardır. Bilim olguları tanımlar, sınıflandırır, karşılaştırır ve nedenselliklerini niceliksel ve niteliksel yöntemlerle çözümler. Bugün için sıradan bir bilim insanı bu süreci bilinçsiz yeterlilik olarak tanımlanan bir otomasyon içinde yürütür. Günümüzde bilim pratiğinin sanatkârları yukarıda tanımlanan sürecin tarih boyunca hep var olduğunu düşünüyorlarsa; bilin ki yanılıyorlardır…
David Wootton, “Bilimin İcadı”  isimli kitabının ilk bölümlerinde bilim devrimi fikrinin ve “scientist-bilim insanı, bilimci-” kelimesinin ortaya çıkışından, üçüncü bölümde de keşfin icadından bahsediyor. Olgulara dayalı keşif kavramının gelişmesinin tarihinin 1492 ve sonrasına dayandığını anlatılıyor. İlginç olan antik dönemde oluşturduğu felsefe sistemiyle bilimsel düşüncenin temellerini atan Aristoteles metinlerinin, Ortaçağ’ın son dönemlerinde teolojik otoritelerin de etkisiyle doğa felsefesinin gelişmesinin önünde engel olmasıdır. Skolastik dönem olarak tanımlanan bu süreçte gözlem ve deney ile elde edilen yeni bilgilerin eskilerin yerini alacağı yerde, eski bilgilere uydurulmasına çabalanıyordu. O kadar ki olgular ne söylerse söylesin, kadim bilgilere uymayan gözlem yok sayılabiliyordu. Birkaç yüzyıl süren bu dönemde, insan kısır metafizik tartışmalar ve günlük sorunlarla uğraşmanın dışında yeni bir bilgi üretmekte zorlanmıştır. Örneğin 1347 yılı ardından yaşanılan onlarca veba salgınına bilimsel bir çözüm üretebilmek, 19.yy ve sonrasında olanaklı olmuştur. Bu arada veba kendi doğası içinde milyonlarca insanın ölümüne yol açan salgınlar yaratarak yine kendi doğası içinde en azından Avrupa coğrafyasından çekilmiştir.
Birçok kaynak, Batı dünyasının aydınlanması esnasında Rönesans ve sonrasındaki gelişmeler ile bilimsel düşünce sisteminin de geliştiğini belirtmektedir. Ancak aydınlanma göründüğünden çok daha yavaş olarak ilerlemiştir. Birçok doğa filozofu coğrafi keşiflerin sağladığı olgulara rağmen eski bilgilere yaslanmaya devam etmiştir. Ya da doğrudan gözleme ve deneye dayalı olguyu kabullenmek istememiştir.
Aristoteles fiziğine göre yoğun ve sert maddeler ağırlıklarından dolayı merkeze doğru çökerler. Öte yandan suya göre sert olmasına rağmen buz yüzer. Bunun sebebini şekliyle açıklamaya çalışmışlardır. Düz cisimler suya sızamadıklarından dolayı yüzerler. Bu doktrin 17.yy okullarında sorgulanmadan okutulmaya devam etmiştir. Zira, matematikçiler Arkhimedes’in, doğa filozofları da Aristoteles’in tilmiziydiler. Oysa Avrupa’nın her yerinde buz bulunabilmekteydi ve şekli ne olursa olsun buzun yüzdüğünü göstermek için su dolu bir kap ve buz yeterliyken, kadim filozoflara olan iman o kadar güçlüydü ki bilginin test edilmesine kimse ihtiyaç duymuyordu.
Kadim bilgilere dayalı bir başka görüş ekvator bölgesinin insan yaşamına uygun olmadığıydı. İbn Rüşd’ün bir takipçisi olan Alessandro Achillini (1463-1512), 1505 de yayınlanan “De elements” isimli kitabında şöyle diyordu:
“Ne var ki, ekvatorda incirin yıl boyunca yetiştiği, orada havanın son derece ılıman olduğu, orada yaşayan hayvanların mutedil mizaç taşıdığı ya da dünyevi cennetin orada bulunduğu gibi şeyleri doğal deneyim açığa çıkaramamaktadır.”
Kaynak: David Wootton. Bilimin İcadı. Bilim Devrimi'nin Yeni Bir Tarihi. (Çev:Nurettin Elhüseyni). Yapı Kredi Yayınları. İstanbul. 2019:80.

Portekizliler, Afrika kıyıları boyunca ilerlerken 1474/75 yıllarında ekvatora ulaşmış, 1488 ise Ümit Burnu’nu dönmüşlerdi. Yeni keşifleri gösteren haritalar yayınlanmasına rağmen üniversite kürsüleri bu bilgileri kabullenmekte zorlanıyorlardı. Kardinal Gasparo Contarini’nin(1483-1542) 1548 yılında (ölümünden sonra) yayınlanan kitabında konuya şöyle yaklaşacaktı:
“En büyük felsefeciler arasında yıllardır tartışılan bu sorun günümüzde deneyimle çözülmüştür. İspanyolların ve özellikle Portekizlilerin yeni deniz seferleri sayesinde, ekvator dairesinde ve tropikal kuşakta yaşam ortamının bulunduğu ve bu bölgelerde sayısız insanın oturduğu öğrenilmiştir…”
Kaynak: David Wootton. Bilimin İcadı. Bilim Devrimi'nin Yeni Bir Tarihi. (Çev:Nurettin Elhüseyni). Yapı Kredi Yayınları. İstanbul. 2019:80-81.

Deneyim binlerce yıldır ayakta duran kadim bilgi tapınağını yerle bir etmeye hazırlanıyordu ancak doğa filozofları tapınaktan vazgeçmek konusunda hazırlıklı değillerdi.
Aslında Rönesans entelektüelinin öncelikli hedefi yeni bilgiler keşfetmek olmayıp unutulmuş kadim bilgileri açığa çıkarmaktı. Kolomb ve ardılları ile eski coğrafya bilgilerinin yanlış olduğunu ortaya çıkmaya başlayınca, antik bilgilerin tekrar tekrar yorumlanması ve doğrulanması düşüncesinin yerini sorgulanması almaya başladı.
Tartışma alanlarından birisi de sinirlerin kalp ya da beyinden çıkması meselesiydi. Antik dönemde yaşamış iki hekim kalbin duyuların merkezi olmadığını, pompa işlevi gördüğünü anatomi çalışmalarıyla anlatmaya çalışmışlardı. Bunlar Erasistratos (MÖ. 304-250) ile Herophilos’tu (Chalcedon’lu) (MÖ.335-280). Felsefedeki Aristoteles’in yerini tıp sanatında Pergomon’lu Galenos (MS.129 d.) almıştı. Hekim Galenos’un öğretileri o kadar kabul görüyordu ki neredeyse 17.yy’a kadar sorgulanmadan ayakta durmayı başaracaktı. Galileo, yaşadığı yıllarda üniversitede, kadim bilgilere ters düştüğü gerekçesiyle, sinirlerin kalp yerine beyne bağlandığını kadavra üzerinde gösterilmesine rağmen kabul etmeyen profesörlerden bahseder. 
Joseph Glanvill 1668 yılında teleskop ve mikroskopta görülen görüntülerin hepten yanıltıcı olduğunu söyleyen biriyle tartışırken şunu söyledi; “Bu cevap bana edalı kadının, bir görüş ayrılığı sırasında sıkışınca, Gördüm işte kendi gözlerime inanmayayım mı? diyen kocasına, Sevgili karıcığının gözlerinden önce, kendi gözlerine mi inanacaksın? Karşılığını verişini hatırlatıyor. Öğle görünüyor ki bu beyefendi, sevgili Aristoteles’inden önce, kendi gözlerimize inanmamızın akıl dışı olduğunu sanıyor.”
Kaynak: David Wootton. Bilimin İcadı. Bilim Devrimi'nin Yeni Bir Tarihi. (Çev:Nurettin Elhüseyni). Yapı Kredi Yayınları. İstanbul. 2019:82.

Bu durumun nedenleri arasında dinin, Latin edebiyatının ve felsefenin ortak noktası yeni bilgi diye bir şeyin olmadığıydı. Yeni olarak görülen şeyler kaybolmuş eski bilgilerdi. Tarih daireler halinde dönen bir süreçten ibaretti. Filozoflar, din adamları dünyadaki olayların belirli döngülerle tekrar ettiğini düşünüyorlardı. Giulio Cesare Vanini (1585-1619) ateizmle suçlanıp yakılmadan önce şunları yazacaktı;
“Akhilleus tekrar Troy’a girecek, töreler ve dinler yeniden doğacak; insanlık tarihi kendini tekrarlar. Günümüzde çok önce var olmayan hiçbir şey yoktur; geçmişte ne olduysa gelecekte de olacaktır.”
Kaynak: David Wootton. Bilimin İcadı. Bilim Devrimi'nin Yeni Bir Tarihi. (Çev:Nurettin Elhüseyni). Yapı Kredi Yayınları. İstanbul. 2019:83.

Yaşadığımız dünyada karşılaşılan olgular ve deneyimler bu düşünceleri doğrulamaktan çok uzaktadır. Antik dönem filozofları ellerindeki sınırlı kaynak ve muhteşem akıllarıyla doğayı açıklayabilecek sistem kurabilmişlerdi. Bu sayede kendilerinden önceki açıklamaları aşabilmişler ve yeni bir bilgi sistemi oluşturabilmişlerdi. Platon, Aristoteles, Galenos, Ptolemaios, Arkhimedes, Euclides gibi öncüller antik çağdan başlayarak yenidünyanın keşfine kadar olan sürede dünyayı açıklamak için kullanılan bilgilerin kaynağı olmuşlardır. O dönemde insanlar, ay üstü ve ay altı evren sistemlerine, dört elementten oluşan bir dünyaya ve dört sıvıdan oluşan insan morfolojisine sahiptiler. Bu sayede binyıldan fazla sürecek bir bilgi sistemi, astronomi, tıp gibi alanlar başta olmak üzere pratik uygulama sahalarına sahip oluşmuşlardır. Öte yandan ne sema, ne arz ne de âdem hakkında yeterli ve doğru bilgiye sahiplerdi. Çünkü semayı anlayabilmek için gözleri dışında bir araçları yoktu. Küre biçimindeki arzın diğer yarısından haberdar olabilecek ulaşım teknolojisine henüz sahip değillerdi. Hastalıkları anlayabilmek için önce insanın içini görmeleri sonra da mikro canlıları gösterecek aletlerin var olması gerekiyordu. İşte 15. yy ile birlikte bu gelişimin önü açılacaktı. Pusula, barut ve gemi teknolojisindeki gelişmeler okyanusun aşılmasına yol açarken, teleskop semaya, mikroskop da görünmeyen canlıların dünyasına doğrultulacaktı. Matbaa ise elde edilen yeni bilgilerin hızlı bir şekilde çoğaltılması ve meraklılarına ucuz bir şekilde ulaşmasını sağlayacaktı. Bugünden baktığımızda oldukça parlak görülen bu gelişme sürecinde yeni bilgiyle karşılaşmak oldukça sancılı olmuştur. Filozofların ve entelektüellerin büyük çoğunluğu olguların ortaya koyduğu yenidünyayı hiç de öğle heyecanlı bir şekilde karşılamamışlardır. Bilakis eski dünyanın kadim bilgilerine sahip çıkabilmek için büyük bir cephe savaşı açmışlardır. Çoğu zaman dini otoriteleri arkalarına alarak bu savaşı rakipleri için ölümcül bir hale çevirmişlerdir. Bunun nedenleri arasında Eski ve Yeni Ahit’e dayalı her şeyin kaynağının –insanın bilgisinin dahi– Tanrı olduğu inancı bulunuyordu. Bir filozofun yanılması ya da bir teorinin yanlışlanması son derece doğal ve beklenilen bir durum iken –ki Aristoteles’in yanılmış olma olasılığı bile kabullenilmek istenmiyordu– Tanrı’dan geldiği söylenilen kitap ve öğretilerin doğru çıkmaması olacak şey değildi. Bu ihtimal ve dini görünümlü seküler dünya sisteminin çökmesi olasılığı özellikle semanın sorgulandığı olgularda büyük gerilime neden olmuştu. Aynı şey tıpta çok yaşanmadı. Çünkü dört sıvı dışında bilinmeyen ve kutsallığa çok fazla yaslanmayan dünyada yaşamsal etki yaratabilen yeni keşifler nispeten kolay kabul alabiliyordu. Ancak orada da Galenos’un tıp pratiğini terk etmek çok uzun bir zaman alacaktı.
Tüm bu olaylar çerçevesinde geçmişten bugüne baktığımda gözlemlediğim bazı olayları açıklamam daha kolay oluyor. COVİD-19’la aşı ile mücadele etmeye çalıştığımız bugünlerde aşı karşıtlığı ile de savaşmak zorunda kalıyoruz. Karşıtlık birçok yerden ve farklı kimliklerle önümüze çıkıyor. En zayıf olanları kandırmasının yanında aramızdaki hekimlerden bile kendisine dost bulabiliyor. Oysa bu hekimlerin mesleki ve entelektüel donanımlarının bilimsel verileri okuyabilme, verilerdeki boşlukları eleştirel değerlendirebilme gibi becerilere sahip olması beklenmektedir. Kanıtları içinde bulunduğu olgusal düzleminden çıkartıp farklı beklentilerle yorumlayan insanların var olduğu bir dünyada yaşamaya devam edeceğiz gibi görülüyor…
Bu örneklerin gösterdiği bir diğer nokta ise tarihin hiçbir döneminde asla her şeyi bildiğimizi düşünemeyeceğiz. Çünkü antik dünyadaki filozofların sınırlılıkları bizim içinde geçerlidir. Bilgilerimizin doğruluğunu ve sınırını günümüz teknolojisi ve kullandığımız bilgi üretim sistemleri belirlemektedir. Yarın dünyaya başka olanaklarla ve bilgi sistemleri ile bakmayacağımızın garantisi yoktur. Karl R.Popper bunu çok güzel bir şekilde ifade etmektedir:
"Hiçbir bilgi teorisi, şeyleri açıklamak girişimlerimizde niçin başarılı olduğumuzu açıklamaya kalkışmamalıdır; [...] bilgiye ve düzenli yapılara dönük bu arayışın başarısızlığa uğrayacağı birçok olası ve gerçek dünya vardır." - Karl Popper, Objective Knowledge (1972) -
Kaynak: David Wootton. Bilimin İcadı. Bilim Devrimi'nin Yeni Bir Tarihi. (Çev:Nurettin Elhüseyni). Yapı Kredi Yayınları. İstanbul. 2019:240.

Coşkun Bakar, Hekim, Halk Sağlığı Uzmanı, Prof.Dr.

Kaynaklar:

David Wootton. Bilimin İcadı. Bilim Devrimi'nin Yeni Bir Tarihi. (Çev:Nurettin Elhüseyni). Yapı Kredi Yayınları. İstanbul. 2019.

Johannes Stradanus’un Nova reperta (1591) isimli kitabının başlık sayfasındaki resim modern dünyadaki gelişmelerin itici güçlerini resmeder. 




Yorumlar