“Toplumlar birliğe ihtiyaç duyduklarında
masala ihtiyaç duyarlar ve hakikatlerin kendilerine söylenmesini istemezler.”
Kaynak: Dücane Cündioğlu. İslam Bilim’e Karşı, Uygarlaşma’ya Engel midir? Youtube sunumu. 07.03.2021. Erişim adresi: https://www.youtube.com/watch?v=uf7fZpvchZA&t=5497s Erişim tarihi: 26.07.2021.
“M.Layard, Musul’da ikametinin ilk zamanlarında, aydın bir adam sıfatı ile şehrin nüfusu, ticareti ve tarihi gelenekleri üzerine bilgi edinmek istemiş, kadıya başvurmuş. Kadının verdiği ve tercümesini bir dosta borçlu olduğum cevap şudur:
Ey ünlü dostum, ey gönüllerin süruru! Bana sorduğun hem faydasız hem de zararlıdır. Bütün hayatım bu memlekette geçti, fakat ne evlerini saymayı ne de halkının sayısını öğrenmeyi hiç düşünmedim. Halkın katırlarına ve memleketin gemilerine yüklediği mala gelince, bu hiçbir suretle beni ilgilendirmeyen bir şeydir. Bu şehrin tarihini ise ancak Allah bilir ve halkın İslam fetihlerinden önce içtiği günah şerbetlerini yalnız o söyleyebilir. Bunları öğrenmeye kalkışmak bizler için tehlikelidir.”
Kaynak: Ernest Renan. Nutuklar ve Konferanslar. (Çev: Ziya İshan). Dünya Edebiyatından Tercümeler. Fransız Klasikleri: 131. Milli Eğitim Bakanlığı Yayınları. Sakarya Basımevi. Ankara:1946:183-206.
Bu yazıda çok eskilerden günümüze gelen bir soruyu irdelemeye çalışacağım: Müslüman coğrafyasında bulunan toplumlar bir zamanlar Batı dünyasına hâkimken ne oldu da günümüzde gerilediler? Sorunun, Batı dünyası üzerindeki üstünlük olgusunun hayaliyle düşünüldüğünde birçok insanın ilgisini cezbettiğinin farkındayım. Aslında konu açıklanması oldukça zor ve karmaşık bir olgudur. Öncelikle tanımlanması çok zordur. Sonrasında ise bahsedilen durum hangi nedenlerle sağlandı ve yine hangi nedenlerle de kaybedildi? Olayın ekonomik, politik, sosyal ve kültürel birçok yönü olduğu ortadadır. Öte yandan açık olan bir olgu vardır ki Osmanlı özelinde başlayan bir çöküş süreci birkaç yüzyıl içinde çoğunluğu Müslüman olan toplumların yaşadığı geniş bir coğrafyada büyük trajedilerin yaşanmasına neden olmuştur. Son iki yüz yıldır yaşadığımız coğrafyada yetişen birçok tarihçi konuya kafa yormaya çalışmıştır.
Ben bu yazıyı, üyesi olduğum akademik pozisyonum gereği, bilim alanında yaşanılan olaylarla ilgili akıl yürütmeye çalışmamın görev olduğunu düşünerek hazırlamaya çalıştım. Bilimsel alanında yaşanılan gerilemenin sebebini irdelemek amacıyla da Ernest Renan’ın 29 Mart 1883 tarihinde Sorbonne Üniversitesi’nde yaptığı “L’Islamisme et la Science (İslamcılık ve bilim)” isimli konferans metnini kullanacağım.
Konuyla ilgileniyorum; çünkü çocukluğumdan bu yana, yetiştiğim ortamın zayıf entelektüel dokusuna aldırmadan bilimle temas edecek bir işle uğraşmanın hayalini kurdum. Bu hayali gerçekleştirmek için de kendi ülkemi tercih ettim. Zira felsefenin dolayısıyla bilimsel düşünebilmenin tohumlarının yeşerdiği Anadolu topraklarında bilimle uğraşma düşüncesi benim için bir ayrıcalık olmuştur. Sahip olabildiğim kurumsal olanaklar, yakaladığım eğitim fırsatları göz önünde bulundurulduğunda, bilimle temas etme ayrıcalığına da ulaştığımı düşünüyorum. Bununla birlikte üyesi olduğum akademi kurumu içinde yaşamakta zorlandığım evrensel üniversite ve bilim kavramını anlamaya çalışmak amacıyla uzun zamandır kendi olanaklarımla yürüttüğüm eğitim yolculuğunda Dücane Cündioğlu sayesinde 1883 yılında Paris’te Ernest Renan isimli tarihçi, filolog ve şarkiyatçı tarafından verilmiş bir konferans metnine ulaştım. Böylece aradığım sorulara yanıt verebilmek amacıyla içinde bulunduğumuz topluma dışarıdan tutulan bir ayna vasıtasıyla bakabilme şansına sahip olabildim. Aslında işim çok da zor olmadı. Çünkü Cündioğlu’nun 1996 yılında yayınladığı “Ernest Renan ve “reddiyeler” bağlamında İslam-bilim tartışmalarına bibliyografik bir katkı” isimli çalışması ile 2021 Mart ayında yaptığı “İslam Bilim’e Karşı, Uygarlaşma’ya Engel midir?” konulu Youtube sunumu yolumu çizmemde yardımcı oldu. Bu çalışmalardan öğrendiğim kadarıyla bu konuşma metni İslam coğrafyasında yaşayan sınırlı sayıdaki düşünce adamı ve yazar arasında ses getirebilmiş görünüyor. Türkiye de dâhil olmak üzere ne toplumun ne de akademik çevrelerin büyük bir bölümünün bu tartışmadan haberi olmuş. Aslında Renan’ın konuşması Milli Eğitim Bakanlığı tarafından 1946 yılına “Nutuklar ve Konferanslar” isimli kitabının içinde yayınlanmış. Daha önce de Arapça ve başka dillere tercüme edildiğinden ulaşılma zorluğunun bulunmadığı görülmekte. Bununla birlikte Osmanlı’nın son dönemindeki yüksek eğitim kurumlarında eğitim alan ve Fransa’da bulunma şansı bulunan entelektüelleri de düşünürsek metinden haberdar olmamak gibi bir durumun basit bir dil engeliyle açıklanması çok mümkün değildir. Geriye bir tek durum kalıyor; o da ilgisizlik…
Her neyse benim amacım reddiyeler değil. O konuda
Cündioğlu’nu okuyabilir ya da sunumunu Youtube kanalından izleyebilirsiniz. Yukarıda
bahsettiğim gerekçeler nedeniyle, eldeki malzemeleri de kullanarak içinde
bulunduğumuz bilimsel ortamın çözümlenmesine yönelik arayış içinde olacağım.
Bunu yaparken öncelikle kısaca Ernest Renan’ı tanıtacağım. Böylece konuştuğumuz kişiyi bileceğiz. Ardından tanımları yapacağım. Çünkü yapmaya çalıştığım işin bu ülkede ne gibi riskler taşıdığını çok iyi biliyorum. Bu nedenle önce tanımlamaları ortaya koyarak tartışmanın üzerinde yürüyeceği zemini oluşturmaya çalışacağım. Böylece kasıtlı ya da kasıtsız olabilecek saldırılara yönelik sınır çizeceğim. Buna rağmen konuyu kendi muhayyilesine göre çekmeye çalışanlar olacaktır. Onlar için herhangi bir çabam olmayacak. Çünkü kör iman ile tartışmanın mümkün olmadığını öğrenecek kadar tecrübe sahibi oldum. Takibinde Renan’ın bu makaleye konu olan yazısını özetleyip yorumlamaya geçeceğim. Bu yazı ekseninden genelde din anlamında siyasal din anlaşılacaktır. Ancak özelde doğal olarak siyasal dinin İslami versiyonu olacaktır. Böylece içinde bulunduğumuz durumun ne kadarının siyasal din bilim ilişkisi tarafından açıklandığını çözümlemeye çalışacağım.
Yazım biraz uzun olacak, konu birkaç sayfada tartışılabilecek boyutta değil zira. Ernest Renan’ın konuşmasından alıntı yapacağım bölümler oldukça incitici ifadeler barındırmaktadır. Kendinize yüksek dini ve toplumsal idealar ekseninde bir yaşam kurduysanız eğer; size önerim, idealarınızın gölgelerinin yansıdığı duvarı seyretmeye devam etmenizdir…
Konferans: L’Islamisme et la Science (İslamcılık ve bilim)
Yer: Sorbonne Üniversitesi
Tarih: 29 Mart 1883
Konuşmacı: Joseph Ernest Renan
Fransa’nın Bretagne bölgesinde 1823 tarihinde dünyaya geldi. Ailesi tarafından iyi Katolik eğitimiyle büyütüldü. Paris rahip okullarında ilahiyat eğitimi aldı. Süryanice ve İbranice öğrendi. “Bilim’in Geleceği” isimli eserini yazdıktan sonra Ortadoğu dilleri üzerinde eğitim aldı. 1852 yılında İbn Rüşd ile ilgili olan “Averroes et l’averroisme” isimli eserini yayınladı. Bu eser İbn Rüşd ile ilgili en önemli çalışmalar arasındadır. Ne yazık ki henüz Türkçe’ye kazandırılamayan bu eser birçok farklı dile tercüme edilmiştir. Daha sonra Fenike’ye giden Renan, Suriye ve Filistin’de arkeolojik araştırmalarda bulundu. 1870 yılında College de France’a dinler tarihi profesörü olarak atandı. Daha sonra Academie des Inscriptions’a giren Renan, 1883 yılında College de France’ın başına geçti. 1892 yılında ölen bilim insanının kırkı aşkın eseri bulunmakta olup bunların bazıları Türkçe’ye kazandırılmıştır.
Tanımlar; Her ne kadar kaynaklardan yararlanmış olsam da tanımları son şeklini ben verdim. Makale içinde de tanımlara sadık kalmaya çalıştım.
Bilim: Bilim doğanın açıklanmasına
yönelik olarak nedensellik ilkesine dayalı nesnel yasaları açıklamaya çalışır.
İnsanların pratik eylemlerinin gerçekleştirebilmek için bu nesnel yasalara
ihtiyaç bulunmaktadır. Olayların yasalarını bulmak amacını güden araştırmaları
dile getirmektedir. Yöntemle elde edilen ve pratikle doğrulanan bilgi edinme
aracıdır. Doğayı, sanat artistik
imgelerle, din fantastik imgelerle anlamlandırmaya çalışırken, bilim mantıksal
kavramlara dayanan olgularla açıklamaya çalışır.
Felsefe: Kökeni efsanevi olanın eleştirisine dayanan, MÖ.VI. yüzyılda Miletos’ta doğa filozoflarıyla başlayan, XIX. yüzyıla kadar fizik ile doğa, ahlak ile siyaset ve metafizik ile tanrısal ve ontolojik olanı akılsal yöntemlerle inceleyen düşünce sistemini tanımlamaktadır.
Siyasal din(İslamiyet): İnancın toplumsal düzeyde örgütlenmiş ve karar mekanizmalarını etkileme gücüne sahip olan biçimi. Bu yazı kapsamında kullanılan siyasi din kavramı, bireysel alandaki uygulamalarını kapsamamaktadır. Yani din ve İslamiyet ile ilgili saptamalar ve yorumlar insanların inançlarını ve ibadetlerini hedef almamaktadır. Din kavramı, toplumsal yaşamı ve karar alma mekanizmalarını yönlendirmeyi hedefleyen politik-ideolojik hareketleri tanımlamaktadır.
Renan konuşmasını toplumların zaman içinde birbirleriyle olan farklı münasebetleri nedeniyle karışabildiği, gerçeğinin bu toplumları tanımlarken çok da göz önünde bulundurulmadığını ve yanlış anlaşılmalara sebebiyet verdiğinden bahsederek açmıştır. Konuşmasının Arap bilimi, felsefesi, sanatı ve medeniyeti ile ilgili olduğunu belirterek doğrudan konuya dalmaktadır;
“Zamanımızda olup biten şeylerden az çok haberi olan herkes, Müslüman memleketlerinin bugünkü geriliğini, İslamlıkla idare edilen memleketlerin inhitatını, kültürlerini ve terbiyelerini yalnız bu dinden alan ırkların fikir bakımından sıfır oluşlarını açıkça göstermektedir. Doğu’ya veya Afrika’ya gitmiş olan herkes, hakiki bir müminin kafasını ister istemez dar ve bir nevi çemberle kasılı olduğunu ve bu çember yüzünden o kafanın bilime mutlak surette kapalı olduğunu, bir şey öğrenmek ve bu yeni fikre açılmak kabiliyetinden mahrum bulunduğunu hayretle görmüştür. On-on iki yaşlarına kadar bazen hayli uyanık olan Müslüman çocuğu, din terbiyesi görmeye başladığı bu yaşlardan itibaren birdenbire mutaassıplaşır, mutlak hakikat sandığı şeye sahip olmanın verdiği budalaca gurura kapılır, kendini alçaltan şeyi bir imtiyaz sayarak mesut olur.”
“Allah’ın, tahsili ve şahsi liyakati hesaba katmaksızın, ikbal ve iktidarı dilediği kimseye verdiğine iman ettiği için, Müslüman, öğrenime, bilime, Avrupa’nın fikir ve maneviyatını teşkil eden her şeye karşı en derin bir hor görürlükle doludur.”
Konuşmasında Müslümanlığın milliyeti ortadan kaldırdığını, bunun tek alternatifinin aslen Şii olan İran olduğunu belirtmektedir.
Bu toplumların kendilerinin de geri kalmışlığın farkında olduklarını, ancak geçmişten feyz alarak gelecekte mutlaka daha iyi gideceklerini düşündüklerini belirtiyor. Bu noktada Arap ve İslam dünyasının geçmişini sorgulayan Renan, aslında İslam âleminin üstün olduğu dönemin varlığını kabul ediyor.
“Gerçekten bir İslam bilimi veya hiç olmazsa, İslamlık tarafından kabul edilmiş, hoş görülmüş bir bilim var mıdır? … Evet, aşağı yukarı 775 yılından XIII. yüzyılın ortalarına kadar, yani takriben beş yüzyıl devamınca, Müslüman memleketlerinde pek seçkin bilginler, düşünürler mevcut olmuştur. Hatta denilebilir ki, bu müddet zarfında İslam âlemi fikri kültür bakımından Hıristiyanlık âlemine üstün olmuştur.”
Arapların ilk dönemlerde hızlı bir şekilde yayıldıklarını ve felsefeyle henüz tanışmadıklarını belirten hatip, bu toplumun edebiyat ve dil becerilerini özellikle vurguluyor. İskenderiye kütüphanesinin Ömer’in askerlerinin oraya gittiğinde zaten harap olduğunu belirtirken, bu düşüncenin zaten bilimsel araştırma çalışmalarını yıkan yönüne de değinmeden geçmiyor.
Arapların felsefeyle tanışmasının Abbasi hanedanlığının kuzeye ve doğuya yaptığı genişleme sonucu Sasanilerin etkisine bağlıyor. Felsefenin herkesin bildiği yolculuğundan bahseden hatip, Süryani literatürünün tıp, astronomi, matematik ve metafizik başta olmak üzere Bağdat’ta kurulan Beyt’ül Hikmeyi nasıl ortaya çıkardığını bahsediyor. Doğal olarak bu dönemde etkisi olan Halife Harun Reşid, Mansur ve Me’mun’u özel olarak konuşmasına dâhil ediyor. Buradaki dikkat çeken vurgusu, Bağdat’ta yeniden dirilenin Sasaniler olduğudur. Yeni toplumun literatür dili Arapça olmuştur.
“Bu medeniyette, ahlak bakımından resmi müsamahasızlık ile gizli gevşeklik, garip bir halita halinde bir arada yaşıyordu; devir, bir gençlik ve fütursuzluk devri idi; ciddi sanatlarla hayata neşe veren sanatlar, mutaassıp bir dinin zayıf imanlı reislerinin himayesinde gelişiyorlardı; serbest yaşayışlı adam, daima en ağır cezaların tehdidi altında bulunmakla beraber, sarayda itibar görür, aranırdı.”
Hatip konuşmasında bölgeden gelenlerin anlattıklarına da yer veriyor.
“Kayruan’lı bir din bilgini, Bağdat’a seyahat etmiş olan bir İspanyol ilahiyatçısına, bu şehirde bulunduğu sırada mütekellimlerin bir oturumunda hazır bulunup bulunmadığını sorar. İspanyol : ‘İki kere hazır bulundum, fakat bir daha girmemeye karar verdim’ diye cevap verir. Muhatabı sebebini sorar. İspanyol: ‘Anlatayım da sebebini anlarsınız der; hazır bulunduğum ilk oturumda, yalnız Sünni’sinden de Şii’sinden de her türlü Müslüman değil, aynı zamanda gayri müminler, Zerdüştler, maddiyatçılar, Allahsızlar, Yahudiler, Hıristiyanlar da vardı; bir kelime ile her neviden imansız mevcuttu. Her mezhebin, onun yaydığı fikirleri müdafaa eden bir reisi vardı ve bu reislerden biri odaya girdi mi herkes saygı göstermek için ayağa kalkıyordu ve o reis oturmadan kimse oturmuyordu. Çok geçmeden salon ağzına kadar doldu ve herkesin geldiği anlaşılınca imansızlardan biri söz aldı: ‘Biz muhakeme etmek için toplandık, dedi. Şarları hepiniz biliyorsunuz. Siz Müslümanlar, Kitabınızdan alınma veya peygamberinizin otoritesine dayanan deliller ileri süremeyeceksiniz; çünkü biz ikisine de inanmıyoruz. Herkes, mantığa dayanan delillerle yetinmelidir.’ Bu sözleri herkes muvafık buldu.”
Bu coğrafyada felsefe ve filozofun ortaya çıkışını anlatan hatip, filozofların nasıl baskılara maruz kaldığından da bahsediyor.
“İmamların ayaklandırdığı halk yığınlarını tatmin etmek üzere felsefe ve astronomi kitaplarının meydanlarda yakılması, kuyulara ve sarnıçlara atılması, nadir görülen haller değildi. Bu bilimlerle zındık (imansız) denirdi; bu gibileri sokaklarda döverler, evlerini yakarlardı ve çok zaman, hükümet halkın gözüne girmek istediği vakit, onları idam ettirirdi.”
Arapça yazan filozofların başarılarını kabul eden Renan bu başarıların, bireysel yeteneklerle ilişkili olduğunu ve içinde bulundukları yönetim ve düşünce sisteminin başarısı olarak sayılamayacağını Hıristiyan dünyasıyla kıyaslayarak sunuyor.
“Onun başlangıçta yok edemediği felsefe ve bilimi kendisi için bir şeref saymak, tıpkı modern bilim keşiflerini ilahiyatçılar için şeref saymak gibi olur. Bu keşifler ilahiyatçılara rağmen olmuştur. Batı ilahiyatı İslam ilahiyatından daha az zalim davranmamıştır; şu farkla ki o muvaffak olamamıştır; düşünceyi ezememiştir; İslamlık ise fethettiği ülkelerin fikri ve ruhi varlığını ezmiştir.”
“İbn-i Sina, İbn Zühr, İbn Rüşd için İslamlığa bir şeref payı biçmek, Galileus için Katolikliğe bir şeref payı biçmek gibi olur. Din Galileus’a güçlük çıkardı; onu tamamıyla köstekleyecek kadar kuvvetli olmamış olması, kendisine karşı büyük bir minnet hissi beslememiz için bir sebep teşkil etmez. ”
Konuşmasının ilerleyen bölümlerinde dinin ve özelde de İslamiyet’in bilime nasıl bir baskı kurduğunu anlatıyor. Bu baskının sonuçlarının bu coğrafyada hangi sonuçlara yol açtığını yazının başında verdiğimiz örnekle somut bir düzeye çekmek istiyor. Hatip aslında bu tür baskıların Hıristiyanlık tarafından da yapıldığını kabul ediyor. Hatta İspanya’da yapılanların İslamiyet’ten geri kalmayacağını vurguluyor. Batının bilimi ezmek konusunda İslamiyet kadar başarılı olamadığı yorumunu yapıyor. Hatibe göre İslamiyet, fethettiği coğrafyaların ruhi ve fikri varlığını ezmiştir.
“Dinin medeni hayata mutlak surette tahakküm ettiği bir cemiyet teşkilatı kadar hürriyeti kökünden baltalayan bir şey yoktur. Yeni zamanlarda böyle bir rejimin yalnız iki örneğini gördük: bir tarafta Müslüman devletleri, öte tarafta cismani iktidar devrinin eski Papa devleti.”
“Onun ışığa kapadığı zihinler, şüphe yok ki, zaten kendi iç sınırları ile ona kapalı bulunuyorlardı; fakat İslamlık serbest düşünceye zulmetti; bunu, öteki dinlerden daha fazla şiddetle yaptı diyemeyeceğim, fakat daha tesirli olarak yaptı. Fethettiği ülkeleri, insan kafasının rasyonel gelişmesine elverişsiz bir saha haline getirdi.”
“Bilimin neticesi, tanrısalı kovmak değil daima uzaklaştırmak, evet onu tezahür ettiği sanılan özel olaylar âleminden uzaklaştırmaktır. Tecrübe tabiatüstünü geriletir, sahasını sınırlandırır. Hâlbuki tabiat üstü dinlerin temelidir.”
Hatip konuşmasının sonunda bilimin faydacı yanlarından bahsediyor. Askeri ve sanayi üstünlük yarattığından ve kuvveti aklın hizmetine sunduğunu söylüyor. Bu noktada bilimin silahlarla olan ilişkisiyle ilgili düşüncesiyle zihninin gerisinde saklamaya çalıştığı düşünceyi, dudakları ele veriyor…
Konuşmanın değerlendirilmesi;
On altıncı yüzyılın sonlarına doğru Avrupa bölgesinde bir grup doğa filozofu düşünce ve bilim dünyasını derinden sarsacak araştırma programları yürüttüler. Bulguları o zamana kadar ayakta duran kadim bilimsel düşünceyi ve ona yaslanan siyasal dini sarsacak düzeydeydi. Sonuçların yaşama mücadelesi veren sıradan insanların inançları açısından neredeyse hiçbir anlamı bulunmamaktaydı. Ancak entellektüellerin dünyası yerle bir olmuştu. Araştırmaların sonuçlarına verilen tepkiler de son derece yıkıcıydı. Doğa filozoflarının elde ettiği yeni sonuçlar, XVII-XIX. yüzyıllar arasında pozitivizm denilen bir düşünsel akım ortaya çıkaracak ve nesnel ya da olgusal temeli olmayan dini veya metafizik düşünceler elenmeye çalışılacaktır. Olay safsata ile dini inançlarla sınırlı kalmayacak, büyük oranda metafiziğe dayanan felsefe de yeni rüzgardan payını alacaktır. O kadar ki XIX. yüzyılın ikinci yarısından itibaren “scientist” olarak tanımlanacak “bilim insanı”, filozof ve felsefeden ayrılacak ve kendine yeni bir yol açacaktır. Ernest Renan’ın bu yazıya konu olan konuşmasını yaptığı dönemin Paris’inde aydınlanma, pozitivizm rüzgarları o kadar güçlü esiyordu ki hiçbir inanç sistemi bu rüzgara karşıdan direnme gücünü kendisinde bulamayacaktır. Bu durumu daha açık bir şekilde sunabilmek için Laplace ile Napolyon arasındaki diyaloğa bakmak yeterli olacaktır. Napolyon, Laplace’a çalışmalarında Tanrı’dan niçin söz etmediğini sorduğunda, ‘Tanrı’dan bir yardım almadığı için’ yanıtını vermiştir. XVI. yüzyılda filizlenen ve XVII-XVIII yüzyıllarda boy atan yeni bilim dalgası XIX.yüzyıldaki sanayileşmenin yarattığı teknolojik ivme ile birlikte artık metafiziğe, dine ya da Tanrı’ya ihtiyaç duymayacaktır. Bu atmosfer içindeki Paris din-bilim tartışmalarının çekim merkezi olmuştur. Genelde din özelde de Hıristiyanlık ve ardından İslam dini eleştirilerden üzerine düşen payı almıştır. Batı insanı, XIX. yüzyılda sömürgeciliğin artışıyla Müslüman toplumlarla daha fazla karşılaşmış ve gördüğü geri kalmışlığı doğrudan dini inançla ilişkilendirmek kabul gören bir düşünce olmuştur. Renan’ın konuşmasını yaptığı Paris’i yukarıdaki şekilde özetleyebiliriz.
Ancak konuşma metninde tartışılması gereken önemli noktalar bulunmaktadır. Renan’ın konuşmasından asıl hedefin İslamiyet ile birlikte Arap Milliyeti olduğu izlenimi edinilmektedir. Bu noktada yaptığı eleştirilerin dozu hakaret olarak algılanabilecek düzeye kadar yükselebilmektedir. İzlenimim, Renan’ın bu konuşmasındaki yargılarının Müslüman ülkelerde bulunduğu dönemlerdeki kişisel tecrübelerinin etkisinde kalan öznel yorumlar olduğu şeklindedir. Özellikle Arap toplumunun felsefeye kabiliyeti olmadığı yorumu, her ne kadar başka bir yazarın düşüncesi olarak verilmişse de bence bu noktada yazar nesnelliğini kaybetmiştir.
Toplumları herhangi bir konuda kabiliyetsiz olarak tanımlamak kanımca kolaycılık içeren ve iyi niyetli olmayan bir yargıdır. Oysa insanların farklı konularda kabiliyetleri olabilir. Böylece toplum farklı yetenekleri olan bireylerle zenginleşir. Ancak toplumların birbirlerine göre bazı konularda yeteneksiz gibi görünmelerinin sebebi sahip oldukları sosyal ve ekonomik çevrenin olanaklarının sonucudur. Dünyanın bütün milletlerine günümüzde batı toplumların sahip olduğu eğitim ve sosyal imkanları sunun kısa bir sürede açığın kapatıldığını görebileceksiniz. Bu olanaklar için de en önemli belirleyici özgürlükçü ve demokratik ortamlara sahip olabilmeleridir. Frederick Starr’ın Kayıp Aydınlanma kitabında anlattığı Orta Asya tecrübesi bu önermemin karşılığı olan birçok tecrübeyi barındıran bir tarih kitabıdır. Sekizinci yüzyıldan sonra Orta Asya’da ticarete, mübadeleye ve serbest düşünceye izin veren sultanların şehirlerinin nasıl kültürel olarak canlandığını, tersi durumda ise o şehrin nasıl çöle döndüğünü, bu kitaptan okuyabilirsiniz.
Renan’ın konuşmasındaki İslamiyet ile ilgili iddialar siyasi Hıristiyanlık, Yahudilik ya da totaliter ideolojiler parantezi içine alınırsa anlamlı hale geliyor. Ancak konuşmasından anlaşıldığı kadarıyla Renan, Hıristiyanlık ve Yahudilik için aynı sertlikte düşünmüyor. Gerçi Hıristiyanlık için baskı yaptığını kabul ediyor; fakat başarılı olmadığından bahsediyor. Yahudilik için ise hiçbir yorum yapmıyor. Cündioğlu’nun makalesinde belirttiği üzere Yahudiliğin liberal ve modern düşünceye hizmet ettiğini söylüyor. Yahudilik ve Hıristiyanlı isimli makalesinin son bölümünde ise Kitabı Mukades’in tüm insanlığın kitabı olduğunu belirtiyor. Durum böyle olunca Renan’ın görüşlerinin sadece Arap toplumunu İslamiyet düşüncesini hedef aldığı izlenimi ortaya çıkıyor. Oysa, Baruch Spinoza (1632-1677) İki yüzyıl önce düşünceleri yüzünden Yahudi cemaatinden aforoz edilmiş, suikast girişimine uğramış ve çok zor hayat yaşamaya mahkum edilmiştir. Renan’da sanki birçok yazar gibi bazı olguları beklentileri doğrultusunda yorumlamaktadır.
Bir diğer noktada yazarın İslamiyet konusundaki hedefi. Renan Nutuklar ve Konferanslar kitabında yayınlanan, Şeyh Cemaleddin isimli bir düşünüre yazdığı mektupta şöyle diyor;
“Birçok kere söyledim ki ve onun için her vesile ile tekrarlamaya lüzum yoktur ki, insan zekası asıl işine yani pozitif bilimin kurulmasına çalışmak istiyorsa, her türlü tabiatüstü itikattan kurtulmalıdır. Bu, ne şiddetle yıkıp yok etme ne de birdenbire koparığı atma demektir. Ne Hıristiyan için Hıristiyanlığı ne de Müslüman için Müslümanlığı bırakmak bahis mevzuu değildir”
Yani Renan, inanç anlamında herhangi bir dini hedef almıyor. Kimseye dininiz bırakın da demiyor. Ancak toplumları yönetme iddiasında olan siyasal dinin yarattığı baskı sistemi içinde bilimin ortaya çıkmayacağını anlatmaya çalışıyor. Bu eksende bakıldığında Renan’ın konuşmasının dini ya da ladini(seküler) tüm totaliter, baskıcı siyasi sistemlerin varlığı için geçerli olacağını düşünüyorum.
Renan’ın konuşmasındaki çelişkiler ne
olursa olsun, bize bir ayna tuttuğu gerçektir. Hatta aynadaki görüntü bugün
bile geçerliliğini korumaktadır. Bence bu üzerinde düşünmeye, konuşmaya ve
yazmaya değer bir görüntüdür. Bu ülkede yetişmiş ve akademide bulunan ve
vicdanı olan hiçbir insan içinde bulunduğumuz iklimin nefes almamızı ne kadar
zorlaştırdığını inkâr edemez. Makalenin son bölümünü de bu konuyu irdelemeye
çalışacğım.
Arap-İslam aydınlanma hakkında;
Ortaçağ sonrasında İslam coğrafyasının yaşadığı entelektüel çöküş dönemi birçok tarihçi tarafından irdelenmeye çalışılmıştır. Kaynaklar içinde örneklerini vermeye çalıştığım çalışmalarda araştırmacılar olguyu irdelemiş ve farklı nedenselliklere ulaşmıştır.
Öte yandan yorumların ortak noktası VIII-IX. yüzyılda başlayan bir Arap-İslam aydınlanmasının varlığıdır. Renan’ın da bahsettiği dönem XIII. yüzyıla kadar birçok filozof ve düşünce adamının yetişmesini sağlamıştır. Birçok yazara göre de bu dönemde yapılan çalışmalar, Avrupa’daki Yeniden Doğuş denilen Rönesans’ın itici gücü olmuştur. Bu ifadelerin hepsinin olgusal karşılığı bulunmaktadır. Ayrıca birçok tarihçi ve bilim tarihçisinin düşünce birliği vardır.
Belki boyumu aşacak ama; ben bu olguları ters yüz edecek farklı bir açıdan ele almaya çalışacağım. Acaba, Arap-İslam aydınlanması bir yanılsamadan mı meydana geliyor? Ya da gerçekten Arap-İslam ya da Orta Asya aydınlanması denilecek bir olgu mevcut mu? Farklı okuma biçimleri yapabilir miyiz? Bence denemeye değer; çünkü günümüzün sorunlarına ulaşmak böylece daha kolay olabilir…
Kendi düşüncemi hemen başında söyleyeyim;
Arap-İslam aydınlanması tamamen bir yanılsamadan ibarettir. Bunun altından kalkılması oldukça zor bir iddia olduğunun farkındayım. Ancak yaşanılan yanılsamanın arkasındaki gerçekliği ortaya çıkaramazsak, günümüzdeki sorunları da anlamamız-çözmemiz mümkün olamayacaktır.
İslam coğrafyasında VIII.yüzyılda kelamcılarla birlikte farklı düşünmeye çalışan, Kur’an ve Sünnet dışındaki kaynaklarla temasa geçen, geleneksel evren ve Tanrı kavramlarını sorgulayan insanlar olmuştur. Mu’tezile kelamcıları denilen bu grup, Abbasiler zamanındaki siyasi bir oyunun parçası olmanın bedelini ağır ödemişlerdir. Yine de Kindi, Farabi, İbn-i Sina gibi hem farklı uzmanlık alanları olan hem de üst düzey felsefi çalışmalar yapan filozoflar var olmuştur. Bu isimler dünya bilim ve felsefe literatüründeki hak ettikleri saygınlığı da almışlardır. Çok iyi hekimler yetişmiş ve hastaneler açılmıştır. Astronomi alanında müthiş ölçümler yapılmış ve rasathaneler kurulmuştur. Hint-Arap rakamlarıyla matematik çağ atlamış ve Euklid geometrisi yeniden yorumlanmıştır. Optikçiler muazzam hesaplamalar yapmışlardır. Bugün için mühendis diyebileceğimiz teknik adamlar, Avrupa’nın hayranlıkla andığı aletlere imza atmışlardır. Cabir bin Hayyam, simya pratiğini geliştirmiş neredeyse kimya biliminin temellerini atmıştır. Farabi, İbn-i Sina gibi sistem filozofları yetişmiştir. Şiir ve edebiyatta çok güzel eserler sunulmuştur. Burada Farsça biraz daha ön plana çıkmaktadır. Renan da konuşmasında bunu kabul etmiştir. Resim olmasa bile minyatür, ebru gibi görsel süsleme sanatlarından çok güzel eserler ortaya çıkmıştır. Mimari alanda ise Roma’nın da etkisiyle günümüze de kalan eserler bırakabilmişlerdir. Bunların hiçbirine kimsenin bir itirazı olamaz.
Ancak yine de Arap-İslam aydınlanmasından söz etmemiz söz konusu bile değildir!
Niteliksel ve niceliksel olarak bu kadar çok eserin günümüze yansıyabildiği bu dönem için bu iddia da nasıl bulunulabilir?
Öncelikle tıp; tıp bilimi ve sanatı hiçbir yönetimin sırtını dönemeyeceği bir alandır. Özellikle Antik Çağ ve Orta Çağ’da hekimler çok iyi eğitim alan kesimlerden olmuşlardır. Bu insanların yeteneklerinin yüksek olması onların aynı anda birden fazla alanla ilgilenebilmelerini sağlamıştır. XIX.yüzyıl ve öncesinde iyi bir hekimin mesleği dışında farklı alanlarda üstünlükleri olabilmiştir. Galen, İbn-i Sina, er-Razi, İbn Rüşd, Paracelcus, Rudolf Virchow örnek olarak verilebilir. Son yüzyılda tıptaki uzmanlığın da etkisiyle artık bu kadar büyük düşünce adamları yerine, hastalık ya da organ düzeyindeki bilgiyle yetinen teknik insanlar yetişmektedir. Osmanlı’da medrese sisteminden Tıbhâne-i Âmire’ye geçerken ulemanın söyleyecek hiçbir sözü olamamıştır.
Mimarlık şehirler için gerekli olduğundan, büyük tapınaklar yapmak -günümüzde bile- sultanların gücünü simgelediğinden bu alanın gelişmesinin önünde de bir engel olmamıştır.
Astronomi, takvim yapmak, ibadet saatlerinin belirlenmesi, astroloji ile birlikte geleceğin öğrenilmesi gibi bilgiler sunduğundan sultanların özel ilgi alanları arasında olmuştur. Orta Asya’yı ve Orta Doğu’yu kültürel olarak çöle çeviren Moğollar daha sonra Meraga’da çağın en büyük gözlemevini kütüphanesiyle birlikte kurmuşlardır.
Saraylarda şairleri bir araya getirip, onların şiirleri ve hikayeleri ile vakit geçirmek en büyük zenginlikler arasındadır. Orta Asya’da Moğollar öncesinde en büyük entelektüel yıkıma sebep olan Gazneli Mahmud bile sarayına şair, hekim, astronom gibi insanları toplamaya çalışmıştır. İbn-i Sina bu daveti kabul etmemesinin bedelini hayatının son yıllarındaki sürgünle ödemiştir. ,
Yukarıda saydığımız koşulların hiçbiri bir aydınlanma ifadesi için yeterli sayılamaz. Belki Frederick Starr’ın kitabında bahsettiği bir Orta Asya aydınlanması mümkün olabilecekti. Çünkü, batıda İran, kuzeyde Kazakistan, doğuda Çin ve güneyde Hindistan bozkırları arasında kalan bölgenin kentsel dokusu, çok kültürlü yapısı, ticarete dayalı zenginliği, su sistemleriyle güçlendirilmiş tarım arazileri, yolları ile aydınlanma yaşamaya uygundu. Jacques le.Goff, “Ortaçağda entelektüeller” isimli eserinde kentlerin fikirleri mallar gibi yüklenmiş insanların dolaşımlarının kavşak noktası, entelektüel alışverişin pazarları olduğundan söz eder. Başlangıçta Orta Asya kentleri bu pazarlar için zemin sağlıyordu. Ancak önce Müslüman Arap atlıları, sonra göçebeler, ardından Selçuklu atlıları zamanla bölgenin alt yapısına sürekli olarak zarar verdiler. Ticaret, kentler ve kültürel çoğulculuk geri çekildikçe entelektüel birikim de kaybolmaya başladı. Tarihi fırsat, dini siyaset ve sultanların hırslarına kurban edilmişti. Moğollara kalan ise yok olmaya yüz tutmuş bir kültürel zemini yerle bir etmek olacaktı.
Bu yüzden bizim de yaşadığımız İslam
toplumlarının ağırlıklı olduğu coğrafyada, MÖ. VI-III. yüzyıllar ile MS. XV. yüzyıl
sonrasında yaşanılan tarzda bir aydınlanma karakterinden bahsedemeyiz.
Aydınlanmanın sadece sınırlı sayıdaki filozof, bilim insanı, sanatkâr ya da entelektüele dayalı keşifler ve icatlar zinciri olarak görülmesi bir yanılsamadır. Aydınlanma denilen sosyal olgunun göbeğinde entelektüel ya da sanatsal birçok faaliyet kuşkusuz vardır. Ancak dünya tarihinde nadiren olan aydınlanma olgusu, keşiflerden çok daha fazlasıdır.
Öncelike özellikle XV. yüzyıl Batı Avrupa aydınlanmasına toplumun tabanına inen sosyal gelişim de eşilik etmektedir. Yunan aydınlanması aristokrat ve özgür insanlarla sınırlıdır. Ancak yine de kentsel yapısı içinde esnaf, tüccar gibi farklı grupların hayatında yarattığı değişimler göz ardı edilemez. Bunun yanında Atina, Milet, Efes ya da Lamsakos gibi kentlerde kadınların ve kölelerin entelektüel hayatta çok yeri bulunmamaktadır. Öte yandan Batı Avrupa öyle değildir. XV. yüzyılda matbaa ile birlikte bilgi, tapınakta yaşayan sınırlı sayıdaki insan dışındaki topluma ulaşabilmiştir. Bu durum okullar ile XII.yüzyıldan itibaren ortaya çıkan ladini üniversitelerin güçlenmesini kolaylaştırmıştır. XVII.yüzyıla gelindiğinde sıradan birçok Avrupa’lı artık din adamı dışındaki bilgi kaynaklarına ulaşabilmekteydi.
Siyasi İslam’ın hakim olduğu topraklarda bu durum hiç öyle olmadı. Felsefe ve entelektüel faaliyetler çok az sayıdaki bir elit tabakanın uğraşabildiği ayrıcalık olarak kaldı. Biruni ile İbn-i Sina’nın 1000’li yılların başında evrenin tarihi hakkında mektuplarla yaptıkları tartışmadan haberin olan kişi sayısının bir elin parmağını geçmiş olma olasılığı oldukça azdır. Bugün bile entelektüel faaliyetlerle uğraşan birçok insan bu dönemdeki hiçbir çabadan haberdar olamadı. İslam coğrafyası tarih boyunca okuma yazma becerisinin en az olduğu yerlerin arasında yer aldı.
Yunan aydınlanmasında kısmen, ancak Batı aydınlanmasında daha fazla olacak şekilde entelektüel faaliyetler siyasi otoritelerden bağımsız olarak yürütülebildi. Bunda aynı dönemde Avrupa’da yaşanılan Kilise, krallık çekişmesinin de rolü olduğu düşünülebilir. Batı Avrupa’da bulunan loncalar sayesinde eğitim, tapınak ile siyasetten nispeten özgür bir çizgi izleyebilme şansına sahip oldu. Siyasi İslamın hakim olduğu topraklarda bırakın düşünsel faaliyetleri, hiçbir çaba sultana rağmen var olamadı. Öncelikle bu toplumlarda her zaman düşünce adamlarının finansmanı sorunu bulunmaktaydı. Öte yandan günlük ihtiyaçları konusunda kafası rahat olan bir entelektüel sınıf belirli düzeyde zenginliğe ihtiyaç duymaktaydı. İslam toplumlarında finansman çoğunlukla saraydı. Bazı sultanlar bu tür faaliyetlere ilgi duymuştur. Bu dönemlerde ilerlemenin hızlandığı da görüldü. İlgi söndüğünde faaliyetler de geriledi. Saray dışında çok az finansman kaynağı bulunmaktaydı ve hiç gelişmedi. XI.yüzyılda Biruni bu durumu fark etmiş ve şöyle demişti; “yeni bir bilimin ya da herhangi bir yeni araştırmanın ortaya çıkması mümkün değildir. Bilim dallarından elimizde kalan çoktan yitip gitmiş olan güzel zamanların birkaç kalıntısıdır.” Finansal kaynakların kısıtlılığı ve geliştirilemez olması bireysel entelektüel zenginliklerinin önünde ciddi bir sorunsal olarak hep durdu. Bugün de bu coğrafyada somut gelir getiren bir işiniz yoksa yaşamanız neredeyse mümkün değil.
İslam coğrafyasında felsefe, sanat ve
edebiyatla uğraşmak her zaman siyasetin gözleri önünde oldu. Bütün iktidarlar
pragmatist olurlar. Önemli olan onların iktidarda geçirdiği sürenin uzunluğudur.
Bu durum bugün İslam topraklarındaki tüm yönetim biçimlerinde canlı olarak yaşanmaya
devam eder. İktidarları süresinde yürüttükleri politikalarda devleti
kendileriyle bir tutarlar. Onlar yoksa, devlet için beka sorunu mevcuttur. Eğer
sultan, entelektüele sarayını açıyorsa bilin ki arkasında pragmatist bir hesap
bulunmaktadır. Bazı durumlarda kendisini düşünsel çalışmalara vermiş düşünce
adamı bu gerçekliği görmeyebilir ya da sarayın konforu onu etkileyebilir.
Abbasiler özellikle de Memun görünürde felsefeye ve düşünceye çok ilgi duymuştur.
Mansur’un kurduğu Beyt’ül Hikme’yi geliştirmiş ve çeviri hareketine destek
vermiştir. Bazı yazarlar tarafından İslam aydınlanmacıları olarak bilinen
Mu’tezile kelamcılarını saraya almış ve önemli görevlere atamıştır. Ancak tarihe daha dikkatli bakarsanız,
Memun’un kelamcıları kardeşi Emin’le yaşadığı iktidar kavgası ardından Arap
olmayan toplumlara yaslanmak amacıyla bir değnek amacıyla kullandığını
görebilirsiniz. Hatta kelamcılar arasındaki sıradan sayılabilecek düşünsel
bir tartışmayı, Ahmed b. Hanbel başta
olmak üzere geleneksel yorum yapan ilahiyatçılara karşı şiddet gösterisinde
kullanmaktan çekinmemiştir. Zaman ve koşullar değiştiğinde Abbasi halifeleri
sanki baskıyı yapan kendileri değilmiş gibi olaydan sıyrılmasını bilmiş, günahı
Mu’tezile kelamcılarına ve rasyonel akla çıkarmayı becermiştir. Daha sahneye
Kindi ve Farabi bile çıkmamışken rasyonel akıl IX.yüzyıl başlarında mahkum olmuştur.
Artık İslam coğrafyasında Kur’an ve Hadis’i temel almayan düşünceye yer yoktur.
Çok geçmeden XI.yüzyılda sahneye Gazzali
çıkacak, “Tehâfütü’l-felâsife” isimli
eserinde Farabi ve İbn-i Sina başta olmak üzere evrenin
ezeliliği gibi metafizik konularla uğraşan insanların katlinin vacip olduğu
fetvasını verecektir. Siyasi İslam’ın hakim olduğu bölgelerde
felsefe yapmak ve farklı düşüncelere sahip olmak ölümcül bir günah haline
gelecektir. İbn Rüşd batıdan bu saldırıyı göğüslemeye çalışsa da çabaları,
doğudan görülmeyecektir. Bugün Avrupa’yı engizisyon mahkemelerinde insanları
yakmakla suçlayanlar, kendi geçmişlerindeki coğrafyaya baksalar farklı
düşününen onlarca insanın devlet kararlarıyla katledildiklerini göreceklerdir. Batini
sorunu, Şii kavgası, Haçlı seferleri ve Moğol istilasının etkilerinin yarattığı
siyasi baskılar nedeniyle bölge giderek kapanmış, kültürel çoğunluğu tehdit
olarak görmüştür; hala da görmektedir. Üretilen masalların kaynağı Nizamülmülk
tarafından kurulan yeni tip medreseler olmuştur. Artık okul hem siyasetin hem
de tapınağın hizmetine girmiş olup günümüzde de bu pozisyonunu korumaya devam
etmektedir.
Örnekleri arttırabiliriz ancak ileri sürmeye çalıştığım önermenin dayanaklarının oluştuğunu düşünmekteyim. Yukarıda saydığımız nedenlerle İslam coğrafyasında bir aydınlanma olması olanaklı değildi ve olmadı. Bir fırsat vardı o da heba edildi. Peki ne oldu?
Zaman zaman bazı sultanların desteği ile ancak çoğu zaman kişisel çabalarla oldukça zeki ve yetenekli insanların yarattığı bir mucize vardı. Felsefe, tıp, astronomi, matematik, geometri, optik, simya, edebiyat, şiir, musiki, mimarlık gibi alanlarda bu insanların ürünleri bize ulaşabildi. Aslında yaşanılan siyasi kargaşa içinde çoğu da kayboldu. Örneğin Kindi, yazılarının bir kısmı bugün yok. Çoğu entelektüel aileden gelen bu insanlar, kitaplara da ulaşabilmenin avantajı ile kendilerini geliştirmeyi başardılar ve güzel ürünlerini verdiler. Ancak hiçbir kurumsal bir yapının parçası olamadı. Neredeyse hiçbirinin takipçisi bir okul olamadı. Platon’un akademisi sekiz yüz yıla yakın ayakta kalmıştı. Günümüzde birçok entelektüelin düşünceleri ekol olmuş olup takipçileri bulunmaktadır. Takipçiler bir yandan düşünceleri yaşatmakta diğer yandan geliştirmeye devam etmektedirler. Fransa’da Pasteur, Almanya’da Koch enstitüleri büyük araştırma programlarına imza atmaya devam ediyorlar. İslam coğrafyasında belki Mısır’daki El-Ezher için konuşulabilir; ancak o da kendisini yenileyecek bir potansiyele sahip olamamıştır. Osmanlı’da medrese hekimleri kendi içinde modern tıp eğitimini çıkarabilmişlerdir. Bugün İstanbul Üniversitesi’nin yüklendiği bu misyon Türkiye için çok değerli çalışmalara katkı sumuştur. Ancak dünya bilim sıralamasındaki yeri sınırlıdır. Yine de bu coğrafyada bazı ülkeler son çeyrek yüzyılda eğitime önemli miktarlarda para ayırmaya çalışmaktadırlar.
Kaynak: Dücane Cündioğlu. İslam Bilim’e Karşı, Uygarlaşma’ya Engel midir? Youtube sunumu. 07.03.2021. Erişim adresi: https://www.youtube.com/watch?v=uf7fZpvchZA&t=5497s Erişim tarihi: 26.07.2021.
“M.Layard, Musul’da ikametinin ilk zamanlarında, aydın bir adam sıfatı ile şehrin nüfusu, ticareti ve tarihi gelenekleri üzerine bilgi edinmek istemiş, kadıya başvurmuş. Kadının verdiği ve tercümesini bir dosta borçlu olduğum cevap şudur:
Ey ünlü dostum, ey gönüllerin süruru! Bana sorduğun hem faydasız hem de zararlıdır. Bütün hayatım bu memlekette geçti, fakat ne evlerini saymayı ne de halkının sayısını öğrenmeyi hiç düşünmedim. Halkın katırlarına ve memleketin gemilerine yüklediği mala gelince, bu hiçbir suretle beni ilgilendirmeyen bir şeydir. Bu şehrin tarihini ise ancak Allah bilir ve halkın İslam fetihlerinden önce içtiği günah şerbetlerini yalnız o söyleyebilir. Bunları öğrenmeye kalkışmak bizler için tehlikelidir.”
Kaynak: Ernest Renan. Nutuklar ve Konferanslar. (Çev: Ziya İshan). Dünya Edebiyatından Tercümeler. Fransız Klasikleri: 131. Milli Eğitim Bakanlığı Yayınları. Sakarya Basımevi. Ankara:1946:183-206.
Bu yazıda çok eskilerden günümüze gelen bir soruyu irdelemeye çalışacağım: Müslüman coğrafyasında bulunan toplumlar bir zamanlar Batı dünyasına hâkimken ne oldu da günümüzde gerilediler? Sorunun, Batı dünyası üzerindeki üstünlük olgusunun hayaliyle düşünüldüğünde birçok insanın ilgisini cezbettiğinin farkındayım. Aslında konu açıklanması oldukça zor ve karmaşık bir olgudur. Öncelikle tanımlanması çok zordur. Sonrasında ise bahsedilen durum hangi nedenlerle sağlandı ve yine hangi nedenlerle de kaybedildi? Olayın ekonomik, politik, sosyal ve kültürel birçok yönü olduğu ortadadır. Öte yandan açık olan bir olgu vardır ki Osmanlı özelinde başlayan bir çöküş süreci birkaç yüzyıl içinde çoğunluğu Müslüman olan toplumların yaşadığı geniş bir coğrafyada büyük trajedilerin yaşanmasına neden olmuştur. Son iki yüz yıldır yaşadığımız coğrafyada yetişen birçok tarihçi konuya kafa yormaya çalışmıştır.
Ben bu yazıyı, üyesi olduğum akademik pozisyonum gereği, bilim alanında yaşanılan olaylarla ilgili akıl yürütmeye çalışmamın görev olduğunu düşünerek hazırlamaya çalıştım. Bilimsel alanında yaşanılan gerilemenin sebebini irdelemek amacıyla da Ernest Renan’ın 29 Mart 1883 tarihinde Sorbonne Üniversitesi’nde yaptığı “L’Islamisme et la Science (İslamcılık ve bilim)” isimli konferans metnini kullanacağım.
Konuyla ilgileniyorum; çünkü çocukluğumdan bu yana, yetiştiğim ortamın zayıf entelektüel dokusuna aldırmadan bilimle temas edecek bir işle uğraşmanın hayalini kurdum. Bu hayali gerçekleştirmek için de kendi ülkemi tercih ettim. Zira felsefenin dolayısıyla bilimsel düşünebilmenin tohumlarının yeşerdiği Anadolu topraklarında bilimle uğraşma düşüncesi benim için bir ayrıcalık olmuştur. Sahip olabildiğim kurumsal olanaklar, yakaladığım eğitim fırsatları göz önünde bulundurulduğunda, bilimle temas etme ayrıcalığına da ulaştığımı düşünüyorum. Bununla birlikte üyesi olduğum akademi kurumu içinde yaşamakta zorlandığım evrensel üniversite ve bilim kavramını anlamaya çalışmak amacıyla uzun zamandır kendi olanaklarımla yürüttüğüm eğitim yolculuğunda Dücane Cündioğlu sayesinde 1883 yılında Paris’te Ernest Renan isimli tarihçi, filolog ve şarkiyatçı tarafından verilmiş bir konferans metnine ulaştım. Böylece aradığım sorulara yanıt verebilmek amacıyla içinde bulunduğumuz topluma dışarıdan tutulan bir ayna vasıtasıyla bakabilme şansına sahip olabildim. Aslında işim çok da zor olmadı. Çünkü Cündioğlu’nun 1996 yılında yayınladığı “Ernest Renan ve “reddiyeler” bağlamında İslam-bilim tartışmalarına bibliyografik bir katkı” isimli çalışması ile 2021 Mart ayında yaptığı “İslam Bilim’e Karşı, Uygarlaşma’ya Engel midir?” konulu Youtube sunumu yolumu çizmemde yardımcı oldu. Bu çalışmalardan öğrendiğim kadarıyla bu konuşma metni İslam coğrafyasında yaşayan sınırlı sayıdaki düşünce adamı ve yazar arasında ses getirebilmiş görünüyor. Türkiye de dâhil olmak üzere ne toplumun ne de akademik çevrelerin büyük bir bölümünün bu tartışmadan haberi olmuş. Aslında Renan’ın konuşması Milli Eğitim Bakanlığı tarafından 1946 yılına “Nutuklar ve Konferanslar” isimli kitabının içinde yayınlanmış. Daha önce de Arapça ve başka dillere tercüme edildiğinden ulaşılma zorluğunun bulunmadığı görülmekte. Bununla birlikte Osmanlı’nın son dönemindeki yüksek eğitim kurumlarında eğitim alan ve Fransa’da bulunma şansı bulunan entelektüelleri de düşünürsek metinden haberdar olmamak gibi bir durumun basit bir dil engeliyle açıklanması çok mümkün değildir. Geriye bir tek durum kalıyor; o da ilgisizlik…
Bunu yaparken öncelikle kısaca Ernest Renan’ı tanıtacağım. Böylece konuştuğumuz kişiyi bileceğiz. Ardından tanımları yapacağım. Çünkü yapmaya çalıştığım işin bu ülkede ne gibi riskler taşıdığını çok iyi biliyorum. Bu nedenle önce tanımlamaları ortaya koyarak tartışmanın üzerinde yürüyeceği zemini oluşturmaya çalışacağım. Böylece kasıtlı ya da kasıtsız olabilecek saldırılara yönelik sınır çizeceğim. Buna rağmen konuyu kendi muhayyilesine göre çekmeye çalışanlar olacaktır. Onlar için herhangi bir çabam olmayacak. Çünkü kör iman ile tartışmanın mümkün olmadığını öğrenecek kadar tecrübe sahibi oldum. Takibinde Renan’ın bu makaleye konu olan yazısını özetleyip yorumlamaya geçeceğim. Bu yazı ekseninden genelde din anlamında siyasal din anlaşılacaktır. Ancak özelde doğal olarak siyasal dinin İslami versiyonu olacaktır. Böylece içinde bulunduğumuz durumun ne kadarının siyasal din bilim ilişkisi tarafından açıklandığını çözümlemeye çalışacağım.
Yazım biraz uzun olacak, konu birkaç sayfada tartışılabilecek boyutta değil zira. Ernest Renan’ın konuşmasından alıntı yapacağım bölümler oldukça incitici ifadeler barındırmaktadır. Kendinize yüksek dini ve toplumsal idealar ekseninde bir yaşam kurduysanız eğer; size önerim, idealarınızın gölgelerinin yansıdığı duvarı seyretmeye devam etmenizdir…
Yer: Sorbonne Üniversitesi
Tarih: 29 Mart 1883
Konuşmacı: Joseph Ernest Renan
Fransa’nın Bretagne bölgesinde 1823 tarihinde dünyaya geldi. Ailesi tarafından iyi Katolik eğitimiyle büyütüldü. Paris rahip okullarında ilahiyat eğitimi aldı. Süryanice ve İbranice öğrendi. “Bilim’in Geleceği” isimli eserini yazdıktan sonra Ortadoğu dilleri üzerinde eğitim aldı. 1852 yılında İbn Rüşd ile ilgili olan “Averroes et l’averroisme” isimli eserini yayınladı. Bu eser İbn Rüşd ile ilgili en önemli çalışmalar arasındadır. Ne yazık ki henüz Türkçe’ye kazandırılamayan bu eser birçok farklı dile tercüme edilmiştir. Daha sonra Fenike’ye giden Renan, Suriye ve Filistin’de arkeolojik araştırmalarda bulundu. 1870 yılında College de France’a dinler tarihi profesörü olarak atandı. Daha sonra Academie des Inscriptions’a giren Renan, 1883 yılında College de France’ın başına geçti. 1892 yılında ölen bilim insanının kırkı aşkın eseri bulunmakta olup bunların bazıları Türkçe’ye kazandırılmıştır.
Tanımlar; Her ne kadar kaynaklardan yararlanmış olsam da tanımları son şeklini ben verdim. Makale içinde de tanımlara sadık kalmaya çalıştım.
Felsefe: Kökeni efsanevi olanın eleştirisine dayanan, MÖ.VI. yüzyılda Miletos’ta doğa filozoflarıyla başlayan, XIX. yüzyıla kadar fizik ile doğa, ahlak ile siyaset ve metafizik ile tanrısal ve ontolojik olanı akılsal yöntemlerle inceleyen düşünce sistemini tanımlamaktadır.
Siyasal din(İslamiyet): İnancın toplumsal düzeyde örgütlenmiş ve karar mekanizmalarını etkileme gücüne sahip olan biçimi. Bu yazı kapsamında kullanılan siyasi din kavramı, bireysel alandaki uygulamalarını kapsamamaktadır. Yani din ve İslamiyet ile ilgili saptamalar ve yorumlar insanların inançlarını ve ibadetlerini hedef almamaktadır. Din kavramı, toplumsal yaşamı ve karar alma mekanizmalarını yönlendirmeyi hedefleyen politik-ideolojik hareketleri tanımlamaktadır.
Renan konuşmasını toplumların zaman içinde birbirleriyle olan farklı münasebetleri nedeniyle karışabildiği, gerçeğinin bu toplumları tanımlarken çok da göz önünde bulundurulmadığını ve yanlış anlaşılmalara sebebiyet verdiğinden bahsederek açmıştır. Konuşmasının Arap bilimi, felsefesi, sanatı ve medeniyeti ile ilgili olduğunu belirterek doğrudan konuya dalmaktadır;
“Zamanımızda olup biten şeylerden az çok haberi olan herkes, Müslüman memleketlerinin bugünkü geriliğini, İslamlıkla idare edilen memleketlerin inhitatını, kültürlerini ve terbiyelerini yalnız bu dinden alan ırkların fikir bakımından sıfır oluşlarını açıkça göstermektedir. Doğu’ya veya Afrika’ya gitmiş olan herkes, hakiki bir müminin kafasını ister istemez dar ve bir nevi çemberle kasılı olduğunu ve bu çember yüzünden o kafanın bilime mutlak surette kapalı olduğunu, bir şey öğrenmek ve bu yeni fikre açılmak kabiliyetinden mahrum bulunduğunu hayretle görmüştür. On-on iki yaşlarına kadar bazen hayli uyanık olan Müslüman çocuğu, din terbiyesi görmeye başladığı bu yaşlardan itibaren birdenbire mutaassıplaşır, mutlak hakikat sandığı şeye sahip olmanın verdiği budalaca gurura kapılır, kendini alçaltan şeyi bir imtiyaz sayarak mesut olur.”
“Allah’ın, tahsili ve şahsi liyakati hesaba katmaksızın, ikbal ve iktidarı dilediği kimseye verdiğine iman ettiği için, Müslüman, öğrenime, bilime, Avrupa’nın fikir ve maneviyatını teşkil eden her şeye karşı en derin bir hor görürlükle doludur.”
Konuşmasında Müslümanlığın milliyeti ortadan kaldırdığını, bunun tek alternatifinin aslen Şii olan İran olduğunu belirtmektedir.
Bu toplumların kendilerinin de geri kalmışlığın farkında olduklarını, ancak geçmişten feyz alarak gelecekte mutlaka daha iyi gideceklerini düşündüklerini belirtiyor. Bu noktada Arap ve İslam dünyasının geçmişini sorgulayan Renan, aslında İslam âleminin üstün olduğu dönemin varlığını kabul ediyor.
“Gerçekten bir İslam bilimi veya hiç olmazsa, İslamlık tarafından kabul edilmiş, hoş görülmüş bir bilim var mıdır? … Evet, aşağı yukarı 775 yılından XIII. yüzyılın ortalarına kadar, yani takriben beş yüzyıl devamınca, Müslüman memleketlerinde pek seçkin bilginler, düşünürler mevcut olmuştur. Hatta denilebilir ki, bu müddet zarfında İslam âlemi fikri kültür bakımından Hıristiyanlık âlemine üstün olmuştur.”
Arapların ilk dönemlerde hızlı bir şekilde yayıldıklarını ve felsefeyle henüz tanışmadıklarını belirten hatip, bu toplumun edebiyat ve dil becerilerini özellikle vurguluyor. İskenderiye kütüphanesinin Ömer’in askerlerinin oraya gittiğinde zaten harap olduğunu belirtirken, bu düşüncenin zaten bilimsel araştırma çalışmalarını yıkan yönüne de değinmeden geçmiyor.
Arapların felsefeyle tanışmasının Abbasi hanedanlığının kuzeye ve doğuya yaptığı genişleme sonucu Sasanilerin etkisine bağlıyor. Felsefenin herkesin bildiği yolculuğundan bahseden hatip, Süryani literatürünün tıp, astronomi, matematik ve metafizik başta olmak üzere Bağdat’ta kurulan Beyt’ül Hikmeyi nasıl ortaya çıkardığını bahsediyor. Doğal olarak bu dönemde etkisi olan Halife Harun Reşid, Mansur ve Me’mun’u özel olarak konuşmasına dâhil ediyor. Buradaki dikkat çeken vurgusu, Bağdat’ta yeniden dirilenin Sasaniler olduğudur. Yeni toplumun literatür dili Arapça olmuştur.
“Bu medeniyette, ahlak bakımından resmi müsamahasızlık ile gizli gevşeklik, garip bir halita halinde bir arada yaşıyordu; devir, bir gençlik ve fütursuzluk devri idi; ciddi sanatlarla hayata neşe veren sanatlar, mutaassıp bir dinin zayıf imanlı reislerinin himayesinde gelişiyorlardı; serbest yaşayışlı adam, daima en ağır cezaların tehdidi altında bulunmakla beraber, sarayda itibar görür, aranırdı.”
Hatip konuşmasında bölgeden gelenlerin anlattıklarına da yer veriyor.
“Kayruan’lı bir din bilgini, Bağdat’a seyahat etmiş olan bir İspanyol ilahiyatçısına, bu şehirde bulunduğu sırada mütekellimlerin bir oturumunda hazır bulunup bulunmadığını sorar. İspanyol : ‘İki kere hazır bulundum, fakat bir daha girmemeye karar verdim’ diye cevap verir. Muhatabı sebebini sorar. İspanyol: ‘Anlatayım da sebebini anlarsınız der; hazır bulunduğum ilk oturumda, yalnız Sünni’sinden de Şii’sinden de her türlü Müslüman değil, aynı zamanda gayri müminler, Zerdüştler, maddiyatçılar, Allahsızlar, Yahudiler, Hıristiyanlar da vardı; bir kelime ile her neviden imansız mevcuttu. Her mezhebin, onun yaydığı fikirleri müdafaa eden bir reisi vardı ve bu reislerden biri odaya girdi mi herkes saygı göstermek için ayağa kalkıyordu ve o reis oturmadan kimse oturmuyordu. Çok geçmeden salon ağzına kadar doldu ve herkesin geldiği anlaşılınca imansızlardan biri söz aldı: ‘Biz muhakeme etmek için toplandık, dedi. Şarları hepiniz biliyorsunuz. Siz Müslümanlar, Kitabınızdan alınma veya peygamberinizin otoritesine dayanan deliller ileri süremeyeceksiniz; çünkü biz ikisine de inanmıyoruz. Herkes, mantığa dayanan delillerle yetinmelidir.’ Bu sözleri herkes muvafık buldu.”
Bu coğrafyada felsefe ve filozofun ortaya çıkışını anlatan hatip, filozofların nasıl baskılara maruz kaldığından da bahsediyor.
“İmamların ayaklandırdığı halk yığınlarını tatmin etmek üzere felsefe ve astronomi kitaplarının meydanlarda yakılması, kuyulara ve sarnıçlara atılması, nadir görülen haller değildi. Bu bilimlerle zındık (imansız) denirdi; bu gibileri sokaklarda döverler, evlerini yakarlardı ve çok zaman, hükümet halkın gözüne girmek istediği vakit, onları idam ettirirdi.”
Arapça yazan filozofların başarılarını kabul eden Renan bu başarıların, bireysel yeteneklerle ilişkili olduğunu ve içinde bulundukları yönetim ve düşünce sisteminin başarısı olarak sayılamayacağını Hıristiyan dünyasıyla kıyaslayarak sunuyor.
“Onun başlangıçta yok edemediği felsefe ve bilimi kendisi için bir şeref saymak, tıpkı modern bilim keşiflerini ilahiyatçılar için şeref saymak gibi olur. Bu keşifler ilahiyatçılara rağmen olmuştur. Batı ilahiyatı İslam ilahiyatından daha az zalim davranmamıştır; şu farkla ki o muvaffak olamamıştır; düşünceyi ezememiştir; İslamlık ise fethettiği ülkelerin fikri ve ruhi varlığını ezmiştir.”
“İbn-i Sina, İbn Zühr, İbn Rüşd için İslamlığa bir şeref payı biçmek, Galileus için Katolikliğe bir şeref payı biçmek gibi olur. Din Galileus’a güçlük çıkardı; onu tamamıyla köstekleyecek kadar kuvvetli olmamış olması, kendisine karşı büyük bir minnet hissi beslememiz için bir sebep teşkil etmez. ”
Konuşmasının ilerleyen bölümlerinde dinin ve özelde de İslamiyet’in bilime nasıl bir baskı kurduğunu anlatıyor. Bu baskının sonuçlarının bu coğrafyada hangi sonuçlara yol açtığını yazının başında verdiğimiz örnekle somut bir düzeye çekmek istiyor. Hatip aslında bu tür baskıların Hıristiyanlık tarafından da yapıldığını kabul ediyor. Hatta İspanya’da yapılanların İslamiyet’ten geri kalmayacağını vurguluyor. Batının bilimi ezmek konusunda İslamiyet kadar başarılı olamadığı yorumunu yapıyor. Hatibe göre İslamiyet, fethettiği coğrafyaların ruhi ve fikri varlığını ezmiştir.
“Dinin medeni hayata mutlak surette tahakküm ettiği bir cemiyet teşkilatı kadar hürriyeti kökünden baltalayan bir şey yoktur. Yeni zamanlarda böyle bir rejimin yalnız iki örneğini gördük: bir tarafta Müslüman devletleri, öte tarafta cismani iktidar devrinin eski Papa devleti.”
“Onun ışığa kapadığı zihinler, şüphe yok ki, zaten kendi iç sınırları ile ona kapalı bulunuyorlardı; fakat İslamlık serbest düşünceye zulmetti; bunu, öteki dinlerden daha fazla şiddetle yaptı diyemeyeceğim, fakat daha tesirli olarak yaptı. Fethettiği ülkeleri, insan kafasının rasyonel gelişmesine elverişsiz bir saha haline getirdi.”
“Bilimin neticesi, tanrısalı kovmak değil daima uzaklaştırmak, evet onu tezahür ettiği sanılan özel olaylar âleminden uzaklaştırmaktır. Tecrübe tabiatüstünü geriletir, sahasını sınırlandırır. Hâlbuki tabiat üstü dinlerin temelidir.”
Hatip konuşmasının sonunda bilimin faydacı yanlarından bahsediyor. Askeri ve sanayi üstünlük yarattığından ve kuvveti aklın hizmetine sunduğunu söylüyor. Bu noktada bilimin silahlarla olan ilişkisiyle ilgili düşüncesiyle zihninin gerisinde saklamaya çalıştığı düşünceyi, dudakları ele veriyor…
Konuşmanın değerlendirilmesi;
On altıncı yüzyılın sonlarına doğru Avrupa bölgesinde bir grup doğa filozofu düşünce ve bilim dünyasını derinden sarsacak araştırma programları yürüttüler. Bulguları o zamana kadar ayakta duran kadim bilimsel düşünceyi ve ona yaslanan siyasal dini sarsacak düzeydeydi. Sonuçların yaşama mücadelesi veren sıradan insanların inançları açısından neredeyse hiçbir anlamı bulunmamaktaydı. Ancak entellektüellerin dünyası yerle bir olmuştu. Araştırmaların sonuçlarına verilen tepkiler de son derece yıkıcıydı. Doğa filozoflarının elde ettiği yeni sonuçlar, XVII-XIX. yüzyıllar arasında pozitivizm denilen bir düşünsel akım ortaya çıkaracak ve nesnel ya da olgusal temeli olmayan dini veya metafizik düşünceler elenmeye çalışılacaktır. Olay safsata ile dini inançlarla sınırlı kalmayacak, büyük oranda metafiziğe dayanan felsefe de yeni rüzgardan payını alacaktır. O kadar ki XIX. yüzyılın ikinci yarısından itibaren “scientist” olarak tanımlanacak “bilim insanı”, filozof ve felsefeden ayrılacak ve kendine yeni bir yol açacaktır. Ernest Renan’ın bu yazıya konu olan konuşmasını yaptığı dönemin Paris’inde aydınlanma, pozitivizm rüzgarları o kadar güçlü esiyordu ki hiçbir inanç sistemi bu rüzgara karşıdan direnme gücünü kendisinde bulamayacaktır. Bu durumu daha açık bir şekilde sunabilmek için Laplace ile Napolyon arasındaki diyaloğa bakmak yeterli olacaktır. Napolyon, Laplace’a çalışmalarında Tanrı’dan niçin söz etmediğini sorduğunda, ‘Tanrı’dan bir yardım almadığı için’ yanıtını vermiştir. XVI. yüzyılda filizlenen ve XVII-XVIII yüzyıllarda boy atan yeni bilim dalgası XIX.yüzyıldaki sanayileşmenin yarattığı teknolojik ivme ile birlikte artık metafiziğe, dine ya da Tanrı’ya ihtiyaç duymayacaktır. Bu atmosfer içindeki Paris din-bilim tartışmalarının çekim merkezi olmuştur. Genelde din özelde de Hıristiyanlık ve ardından İslam dini eleştirilerden üzerine düşen payı almıştır. Batı insanı, XIX. yüzyılda sömürgeciliğin artışıyla Müslüman toplumlarla daha fazla karşılaşmış ve gördüğü geri kalmışlığı doğrudan dini inançla ilişkilendirmek kabul gören bir düşünce olmuştur. Renan’ın konuşmasını yaptığı Paris’i yukarıdaki şekilde özetleyebiliriz.
Ancak konuşma metninde tartışılması gereken önemli noktalar bulunmaktadır. Renan’ın konuşmasından asıl hedefin İslamiyet ile birlikte Arap Milliyeti olduğu izlenimi edinilmektedir. Bu noktada yaptığı eleştirilerin dozu hakaret olarak algılanabilecek düzeye kadar yükselebilmektedir. İzlenimim, Renan’ın bu konuşmasındaki yargılarının Müslüman ülkelerde bulunduğu dönemlerdeki kişisel tecrübelerinin etkisinde kalan öznel yorumlar olduğu şeklindedir. Özellikle Arap toplumunun felsefeye kabiliyeti olmadığı yorumu, her ne kadar başka bir yazarın düşüncesi olarak verilmişse de bence bu noktada yazar nesnelliğini kaybetmiştir.
Toplumları herhangi bir konuda kabiliyetsiz olarak tanımlamak kanımca kolaycılık içeren ve iyi niyetli olmayan bir yargıdır. Oysa insanların farklı konularda kabiliyetleri olabilir. Böylece toplum farklı yetenekleri olan bireylerle zenginleşir. Ancak toplumların birbirlerine göre bazı konularda yeteneksiz gibi görünmelerinin sebebi sahip oldukları sosyal ve ekonomik çevrenin olanaklarının sonucudur. Dünyanın bütün milletlerine günümüzde batı toplumların sahip olduğu eğitim ve sosyal imkanları sunun kısa bir sürede açığın kapatıldığını görebileceksiniz. Bu olanaklar için de en önemli belirleyici özgürlükçü ve demokratik ortamlara sahip olabilmeleridir. Frederick Starr’ın Kayıp Aydınlanma kitabında anlattığı Orta Asya tecrübesi bu önermemin karşılığı olan birçok tecrübeyi barındıran bir tarih kitabıdır. Sekizinci yüzyıldan sonra Orta Asya’da ticarete, mübadeleye ve serbest düşünceye izin veren sultanların şehirlerinin nasıl kültürel olarak canlandığını, tersi durumda ise o şehrin nasıl çöle döndüğünü, bu kitaptan okuyabilirsiniz.
Renan’ın konuşmasındaki İslamiyet ile ilgili iddialar siyasi Hıristiyanlık, Yahudilik ya da totaliter ideolojiler parantezi içine alınırsa anlamlı hale geliyor. Ancak konuşmasından anlaşıldığı kadarıyla Renan, Hıristiyanlık ve Yahudilik için aynı sertlikte düşünmüyor. Gerçi Hıristiyanlık için baskı yaptığını kabul ediyor; fakat başarılı olmadığından bahsediyor. Yahudilik için ise hiçbir yorum yapmıyor. Cündioğlu’nun makalesinde belirttiği üzere Yahudiliğin liberal ve modern düşünceye hizmet ettiğini söylüyor. Yahudilik ve Hıristiyanlı isimli makalesinin son bölümünde ise Kitabı Mukades’in tüm insanlığın kitabı olduğunu belirtiyor. Durum böyle olunca Renan’ın görüşlerinin sadece Arap toplumunu İslamiyet düşüncesini hedef aldığı izlenimi ortaya çıkıyor. Oysa, Baruch Spinoza (1632-1677) İki yüzyıl önce düşünceleri yüzünden Yahudi cemaatinden aforoz edilmiş, suikast girişimine uğramış ve çok zor hayat yaşamaya mahkum edilmiştir. Renan’da sanki birçok yazar gibi bazı olguları beklentileri doğrultusunda yorumlamaktadır.
Bir diğer noktada yazarın İslamiyet konusundaki hedefi. Renan Nutuklar ve Konferanslar kitabında yayınlanan, Şeyh Cemaleddin isimli bir düşünüre yazdığı mektupta şöyle diyor;
“Birçok kere söyledim ki ve onun için her vesile ile tekrarlamaya lüzum yoktur ki, insan zekası asıl işine yani pozitif bilimin kurulmasına çalışmak istiyorsa, her türlü tabiatüstü itikattan kurtulmalıdır. Bu, ne şiddetle yıkıp yok etme ne de birdenbire koparığı atma demektir. Ne Hıristiyan için Hıristiyanlığı ne de Müslüman için Müslümanlığı bırakmak bahis mevzuu değildir”
Yani Renan, inanç anlamında herhangi bir dini hedef almıyor. Kimseye dininiz bırakın da demiyor. Ancak toplumları yönetme iddiasında olan siyasal dinin yarattığı baskı sistemi içinde bilimin ortaya çıkmayacağını anlatmaya çalışıyor. Bu eksende bakıldığında Renan’ın konuşmasının dini ya da ladini(seküler) tüm totaliter, baskıcı siyasi sistemlerin varlığı için geçerli olacağını düşünüyorum.
Ortaçağ sonrasında İslam coğrafyasının yaşadığı entelektüel çöküş dönemi birçok tarihçi tarafından irdelenmeye çalışılmıştır. Kaynaklar içinde örneklerini vermeye çalıştığım çalışmalarda araştırmacılar olguyu irdelemiş ve farklı nedenselliklere ulaşmıştır.
Öte yandan yorumların ortak noktası VIII-IX. yüzyılda başlayan bir Arap-İslam aydınlanmasının varlığıdır. Renan’ın da bahsettiği dönem XIII. yüzyıla kadar birçok filozof ve düşünce adamının yetişmesini sağlamıştır. Birçok yazara göre de bu dönemde yapılan çalışmalar, Avrupa’daki Yeniden Doğuş denilen Rönesans’ın itici gücü olmuştur. Bu ifadelerin hepsinin olgusal karşılığı bulunmaktadır. Ayrıca birçok tarihçi ve bilim tarihçisinin düşünce birliği vardır.
Belki boyumu aşacak ama; ben bu olguları ters yüz edecek farklı bir açıdan ele almaya çalışacağım. Acaba, Arap-İslam aydınlanması bir yanılsamadan mı meydana geliyor? Ya da gerçekten Arap-İslam ya da Orta Asya aydınlanması denilecek bir olgu mevcut mu? Farklı okuma biçimleri yapabilir miyiz? Bence denemeye değer; çünkü günümüzün sorunlarına ulaşmak böylece daha kolay olabilir…
Kendi düşüncemi hemen başında söyleyeyim;
Arap-İslam aydınlanması tamamen bir yanılsamadan ibarettir. Bunun altından kalkılması oldukça zor bir iddia olduğunun farkındayım. Ancak yaşanılan yanılsamanın arkasındaki gerçekliği ortaya çıkaramazsak, günümüzdeki sorunları da anlamamız-çözmemiz mümkün olamayacaktır.
İslam coğrafyasında VIII.yüzyılda kelamcılarla birlikte farklı düşünmeye çalışan, Kur’an ve Sünnet dışındaki kaynaklarla temasa geçen, geleneksel evren ve Tanrı kavramlarını sorgulayan insanlar olmuştur. Mu’tezile kelamcıları denilen bu grup, Abbasiler zamanındaki siyasi bir oyunun parçası olmanın bedelini ağır ödemişlerdir. Yine de Kindi, Farabi, İbn-i Sina gibi hem farklı uzmanlık alanları olan hem de üst düzey felsefi çalışmalar yapan filozoflar var olmuştur. Bu isimler dünya bilim ve felsefe literatüründeki hak ettikleri saygınlığı da almışlardır. Çok iyi hekimler yetişmiş ve hastaneler açılmıştır. Astronomi alanında müthiş ölçümler yapılmış ve rasathaneler kurulmuştur. Hint-Arap rakamlarıyla matematik çağ atlamış ve Euklid geometrisi yeniden yorumlanmıştır. Optikçiler muazzam hesaplamalar yapmışlardır. Bugün için mühendis diyebileceğimiz teknik adamlar, Avrupa’nın hayranlıkla andığı aletlere imza atmışlardır. Cabir bin Hayyam, simya pratiğini geliştirmiş neredeyse kimya biliminin temellerini atmıştır. Farabi, İbn-i Sina gibi sistem filozofları yetişmiştir. Şiir ve edebiyatta çok güzel eserler sunulmuştur. Burada Farsça biraz daha ön plana çıkmaktadır. Renan da konuşmasında bunu kabul etmiştir. Resim olmasa bile minyatür, ebru gibi görsel süsleme sanatlarından çok güzel eserler ortaya çıkmıştır. Mimari alanda ise Roma’nın da etkisiyle günümüze de kalan eserler bırakabilmişlerdir. Bunların hiçbirine kimsenin bir itirazı olamaz.
Ancak yine de Arap-İslam aydınlanmasından söz etmemiz söz konusu bile değildir!
Niteliksel ve niceliksel olarak bu kadar çok eserin günümüze yansıyabildiği bu dönem için bu iddia da nasıl bulunulabilir?
Öncelikle tıp; tıp bilimi ve sanatı hiçbir yönetimin sırtını dönemeyeceği bir alandır. Özellikle Antik Çağ ve Orta Çağ’da hekimler çok iyi eğitim alan kesimlerden olmuşlardır. Bu insanların yeteneklerinin yüksek olması onların aynı anda birden fazla alanla ilgilenebilmelerini sağlamıştır. XIX.yüzyıl ve öncesinde iyi bir hekimin mesleği dışında farklı alanlarda üstünlükleri olabilmiştir. Galen, İbn-i Sina, er-Razi, İbn Rüşd, Paracelcus, Rudolf Virchow örnek olarak verilebilir. Son yüzyılda tıptaki uzmanlığın da etkisiyle artık bu kadar büyük düşünce adamları yerine, hastalık ya da organ düzeyindeki bilgiyle yetinen teknik insanlar yetişmektedir. Osmanlı’da medrese sisteminden Tıbhâne-i Âmire’ye geçerken ulemanın söyleyecek hiçbir sözü olamamıştır.
Mimarlık şehirler için gerekli olduğundan, büyük tapınaklar yapmak -günümüzde bile- sultanların gücünü simgelediğinden bu alanın gelişmesinin önünde de bir engel olmamıştır.
Astronomi, takvim yapmak, ibadet saatlerinin belirlenmesi, astroloji ile birlikte geleceğin öğrenilmesi gibi bilgiler sunduğundan sultanların özel ilgi alanları arasında olmuştur. Orta Asya’yı ve Orta Doğu’yu kültürel olarak çöle çeviren Moğollar daha sonra Meraga’da çağın en büyük gözlemevini kütüphanesiyle birlikte kurmuşlardır.
Saraylarda şairleri bir araya getirip, onların şiirleri ve hikayeleri ile vakit geçirmek en büyük zenginlikler arasındadır. Orta Asya’da Moğollar öncesinde en büyük entelektüel yıkıma sebep olan Gazneli Mahmud bile sarayına şair, hekim, astronom gibi insanları toplamaya çalışmıştır. İbn-i Sina bu daveti kabul etmemesinin bedelini hayatının son yıllarındaki sürgünle ödemiştir. ,
Yukarıda saydığımız koşulların hiçbiri bir aydınlanma ifadesi için yeterli sayılamaz. Belki Frederick Starr’ın kitabında bahsettiği bir Orta Asya aydınlanması mümkün olabilecekti. Çünkü, batıda İran, kuzeyde Kazakistan, doğuda Çin ve güneyde Hindistan bozkırları arasında kalan bölgenin kentsel dokusu, çok kültürlü yapısı, ticarete dayalı zenginliği, su sistemleriyle güçlendirilmiş tarım arazileri, yolları ile aydınlanma yaşamaya uygundu. Jacques le.Goff, “Ortaçağda entelektüeller” isimli eserinde kentlerin fikirleri mallar gibi yüklenmiş insanların dolaşımlarının kavşak noktası, entelektüel alışverişin pazarları olduğundan söz eder. Başlangıçta Orta Asya kentleri bu pazarlar için zemin sağlıyordu. Ancak önce Müslüman Arap atlıları, sonra göçebeler, ardından Selçuklu atlıları zamanla bölgenin alt yapısına sürekli olarak zarar verdiler. Ticaret, kentler ve kültürel çoğulculuk geri çekildikçe entelektüel birikim de kaybolmaya başladı. Tarihi fırsat, dini siyaset ve sultanların hırslarına kurban edilmişti. Moğollara kalan ise yok olmaya yüz tutmuş bir kültürel zemini yerle bir etmek olacaktı.
Aydınlanmanın sadece sınırlı sayıdaki filozof, bilim insanı, sanatkâr ya da entelektüele dayalı keşifler ve icatlar zinciri olarak görülmesi bir yanılsamadır. Aydınlanma denilen sosyal olgunun göbeğinde entelektüel ya da sanatsal birçok faaliyet kuşkusuz vardır. Ancak dünya tarihinde nadiren olan aydınlanma olgusu, keşiflerden çok daha fazlasıdır.
Öncelike özellikle XV. yüzyıl Batı Avrupa aydınlanmasına toplumun tabanına inen sosyal gelişim de eşilik etmektedir. Yunan aydınlanması aristokrat ve özgür insanlarla sınırlıdır. Ancak yine de kentsel yapısı içinde esnaf, tüccar gibi farklı grupların hayatında yarattığı değişimler göz ardı edilemez. Bunun yanında Atina, Milet, Efes ya da Lamsakos gibi kentlerde kadınların ve kölelerin entelektüel hayatta çok yeri bulunmamaktadır. Öte yandan Batı Avrupa öyle değildir. XV. yüzyılda matbaa ile birlikte bilgi, tapınakta yaşayan sınırlı sayıdaki insan dışındaki topluma ulaşabilmiştir. Bu durum okullar ile XII.yüzyıldan itibaren ortaya çıkan ladini üniversitelerin güçlenmesini kolaylaştırmıştır. XVII.yüzyıla gelindiğinde sıradan birçok Avrupa’lı artık din adamı dışındaki bilgi kaynaklarına ulaşabilmekteydi.
Siyasi İslam’ın hakim olduğu topraklarda bu durum hiç öyle olmadı. Felsefe ve entelektüel faaliyetler çok az sayıdaki bir elit tabakanın uğraşabildiği ayrıcalık olarak kaldı. Biruni ile İbn-i Sina’nın 1000’li yılların başında evrenin tarihi hakkında mektuplarla yaptıkları tartışmadan haberin olan kişi sayısının bir elin parmağını geçmiş olma olasılığı oldukça azdır. Bugün bile entelektüel faaliyetlerle uğraşan birçok insan bu dönemdeki hiçbir çabadan haberdar olamadı. İslam coğrafyası tarih boyunca okuma yazma becerisinin en az olduğu yerlerin arasında yer aldı.
Yunan aydınlanmasında kısmen, ancak Batı aydınlanmasında daha fazla olacak şekilde entelektüel faaliyetler siyasi otoritelerden bağımsız olarak yürütülebildi. Bunda aynı dönemde Avrupa’da yaşanılan Kilise, krallık çekişmesinin de rolü olduğu düşünülebilir. Batı Avrupa’da bulunan loncalar sayesinde eğitim, tapınak ile siyasetten nispeten özgür bir çizgi izleyebilme şansına sahip oldu. Siyasi İslamın hakim olduğu topraklarda bırakın düşünsel faaliyetleri, hiçbir çaba sultana rağmen var olamadı. Öncelikle bu toplumlarda her zaman düşünce adamlarının finansmanı sorunu bulunmaktaydı. Öte yandan günlük ihtiyaçları konusunda kafası rahat olan bir entelektüel sınıf belirli düzeyde zenginliğe ihtiyaç duymaktaydı. İslam toplumlarında finansman çoğunlukla saraydı. Bazı sultanlar bu tür faaliyetlere ilgi duymuştur. Bu dönemlerde ilerlemenin hızlandığı da görüldü. İlgi söndüğünde faaliyetler de geriledi. Saray dışında çok az finansman kaynağı bulunmaktaydı ve hiç gelişmedi. XI.yüzyılda Biruni bu durumu fark etmiş ve şöyle demişti; “yeni bir bilimin ya da herhangi bir yeni araştırmanın ortaya çıkması mümkün değildir. Bilim dallarından elimizde kalan çoktan yitip gitmiş olan güzel zamanların birkaç kalıntısıdır.” Finansal kaynakların kısıtlılığı ve geliştirilemez olması bireysel entelektüel zenginliklerinin önünde ciddi bir sorunsal olarak hep durdu. Bugün de bu coğrafyada somut gelir getiren bir işiniz yoksa yaşamanız neredeyse mümkün değil.
Örnekleri arttırabiliriz ancak ileri sürmeye çalıştığım önermenin dayanaklarının oluştuğunu düşünmekteyim. Yukarıda saydığımız nedenlerle İslam coğrafyasında bir aydınlanma olması olanaklı değildi ve olmadı. Bir fırsat vardı o da heba edildi. Peki ne oldu?
Zaman zaman bazı sultanların desteği ile ancak çoğu zaman kişisel çabalarla oldukça zeki ve yetenekli insanların yarattığı bir mucize vardı. Felsefe, tıp, astronomi, matematik, geometri, optik, simya, edebiyat, şiir, musiki, mimarlık gibi alanlarda bu insanların ürünleri bize ulaşabildi. Aslında yaşanılan siyasi kargaşa içinde çoğu da kayboldu. Örneğin Kindi, yazılarının bir kısmı bugün yok. Çoğu entelektüel aileden gelen bu insanlar, kitaplara da ulaşabilmenin avantajı ile kendilerini geliştirmeyi başardılar ve güzel ürünlerini verdiler. Ancak hiçbir kurumsal bir yapının parçası olamadı. Neredeyse hiçbirinin takipçisi bir okul olamadı. Platon’un akademisi sekiz yüz yıla yakın ayakta kalmıştı. Günümüzde birçok entelektüelin düşünceleri ekol olmuş olup takipçileri bulunmaktadır. Takipçiler bir yandan düşünceleri yaşatmakta diğer yandan geliştirmeye devam etmektedirler. Fransa’da Pasteur, Almanya’da Koch enstitüleri büyük araştırma programlarına imza atmaya devam ediyorlar. İslam coğrafyasında belki Mısır’daki El-Ezher için konuşulabilir; ancak o da kendisini yenileyecek bir potansiyele sahip olamamıştır. Osmanlı’da medrese hekimleri kendi içinde modern tıp eğitimini çıkarabilmişlerdir. Bugün İstanbul Üniversitesi’nin yüklendiği bu misyon Türkiye için çok değerli çalışmalara katkı sumuştur. Ancak dünya bilim sıralamasındaki yeri sınırlıdır. Yine de bu coğrafyada bazı ülkeler son çeyrek yüzyılda eğitime önemli miktarlarda para ayırmaya çalışmaktadırlar.
Tüm bu tartışmaların bugün için değeri nedir?
Önce Renan; görüldüğü üzere insan aklı fırsatı bulabildiğinde her ortamda düşünsel ve sanatsal ürünler üretebiliyor. Herhangi toplumun bütün olarak bir şeye yetenekli olmadığını söylemek doğru değildir. Siyasi din gibi, baskıcı, tek tip yönetimler altındaki halkların, ekonomik yoksunluk ve siyasi karmaşa ortamlarında yeni düşünceler ve ürünler ortaya çıkarması oldukça zordur. Öte yandan bu siyasi İslam’a özel bir durum değildir. Baskıcı sistem kuran tüm dinler ve ideolojiler için geçerlidir. Yine de dinlerin özgürlüğü sınırlayan yanlarının daha kolay ortaya çıktığını söyleyebiliriz.
Ülkemizde de niceliksel olarak çok sayıda eğitim kurumu ve akademik insan bulunmaktadır. Osmanlı ve Cumhuriyet bugünlere ulaşabilmek için çok çaba sarf etti. III.Selim’den bu yanda ülkenin batıyı ve aydınlanmayı içsellşetiren yüzü bu hedefe ulaşmak için uğraştı. Birçok siyasi iktidar da ilerleme için alt yapı sağlamaya çalıştı. Ancak istisnasız hepsinin yüksek ideaları ve korumaları gereken kutsal devletleri oldu. Bunun için çoğu zaman akademisyenler, düşünce adamları ve sanatçılar baskı altına alınıp zor koşullarda yaşamaya zorlandı. Böylece toplumun parlak beyinli insanlarına, siyasetle sorunu olmayan, kolay yoldan gelir sağlayabilecek, toplum nezdinde onaylanmış alanlara doğru kanal açıldı. Ülkemizde üniversite sınavı tercihlerinde yüksek puanları olan herkes statüsü olan, gelir olasılığı yüksek olan işleri öncelikli tercih ediyor. Bu durum tıp fakültesinde de geçerli. En yüksek puan aldığı söylenen çocuklar, tıp fakültesinde geleceğe hazırlanırken ülkelerinin ya da insanlığın öncelikli sağlık sorunlarına yönelecek bir kariyer planlaması yerine, kısa sürede ulaşabilecekleri konforlu yaşamı tercih ediyorlar. Günümüzde tıp doktorları insan tamirciliği konusunda uzmanlaşıyorlar. Tıp fakültelerinin üniversite misyonunu yerine getirdiğini iddia etmek oldukça zor. Geçmişi tapınağa dayanan binlerce yıllık tıp okulu, elimizde meslek yüksek okullarına, hekimler de teknik personele dönmüş durumda. Entelektüel derinlik yok gibi…
Coşkun Bakar, Hekim, Halk Sağlığı Uzmanı, Prof.Dr.
Kaynaklar:
Ahmet Arslan. İlkçağ Felsefe Tarihi. Sokrates öncesi Yunan felsefesi. Cilt 1. İstanbul Üniversitesi Bilgi Üniversitesi Yayınları. İstanbul. 2016.
Ali Ertuğrul. Tez ve
Antitezler bağlamında Ernest Renan’a karşı yazılan reddiyeler. Düzce
Üniversitesi Sosyal Bilimler Dergisi. Yıl:9 Özel sayı. 2019:56-93.
Aydın
Sayılı. Orta Çağ
İslam Dünyasında İlmi Çalışma Temposundaki Ağırlaşmanın Bazı Temel Sebepleri.
Araştırma. C.1. 1963:5-69. Ankara.
Dücane Cündioğlu. Ernest Renan ve “reddiyeler” bağlamında İslam-bilim tartışmalarına
biyografik bir katkı. Divan (Disiplinlerarası Çalışmalar Dergisi).
1996;1(2):1-94. Erişim adresi: https://www.divandergisi.com/tr/Dergi/Detay/2
Erişim tarihi: 26.07.2021.
Dücane Cündioğlu. İslam Bilim’e Karşı, Uygularlaşma’ya Engel midir? Youtube sunumu. 07.03.2021. Erişim adresi: https://www.youtube.com/watch?v=uf7fZpvchZA&t=5497s Erişim tarihi: 26.07.2021.
Ekmeleddin İhsanoğlu. Osmanlı Bilim Mirası. Birinci Cilt Mirasın Oluşumu, Gelişimi ve Meseleleri. Bilim ve Teknolojide Osmanlı Modernleşmesi: Mukayeseli Perspektif. Yapı Kredi Yayınları. İstanbul: 2017.
Ernest
Renan. Nutuklar ve Konferanslar. (Çev:
Ziya İshan). Dünya Edebiyatından Tercümeler. Fransız Klasikleri: 131. Milli
Eğitim Bakanlığı Yayınları. Sakarya Basımevi. Ankara:1946:183-206.
Fuat Sezgin. İslam’da Bilim ve Teknik Cilt 1. Arap-İslam Bilimleri Tarihine Giriş. Duraklamanın Başlangıcı ve Yaratıcılığın Son Bulmasının Nedenleri. (Çev: Abdurrahman Aliy). Türkiye Bilimler Akademisi Yayınları No:14. Ankara:2007:168-183.
Henry
Corbin. İslam Felsefesi Tarihi Başlangıçtan İbni Rüşd’ün Ölümüne Cilt 1. (Çev:Hüseyin Hatemi).
İletişim Yayınları, İstanbul. 2015.
Hilmi
Ziya Ülken. Eski Yunan’dan çağdaş düşünceye doğru İslam Felsefesi,
kaynaklar ve etkileri. Doğubatı yayınları. Ankara. 2017.
Jacques
le.Goff. Ortaçağda entelektüeller. (Çev: Mehmet Ali Kılıçbay).Ayrıntı
Yayınları. İstanbul. 1994.
John
Freely. Işık Doğu’dan yükselir. İslam biliminin batı dünyasının
şekillenmesine katkıları. (Çev: Gül Çağalı Güven). Doğan Kitap. İstanbul, 2014.
Mehmet
Dağ, Hasan Aydın. Ortaçağ İslam kültüründe felsefe. Akımlar,
filozoflar ve temel sorunlar. Bilim ve Gelecek yayınları. İstanbul. 2017.
Orhan Hançerlioğlu. Felsefe Ansiklopedisi. Kavramlar ve Akımlar. Cilt 1 (A-D). Remzi
Kitabevi. 1978.
S.Frederick Starr. Kayıp Aydınlanma. Arap Fetihlerinden Timur’a Orta Asya’nın Altın Çağı. (Çev: Yusuf Selman İnanç). Kronik Yayınları. İstanbul:2019.
Ahmet Arslan. İlkçağ Felsefe Tarihi. Sokrates öncesi Yunan felsefesi. Cilt 1. İstanbul Üniversitesi Bilgi Üniversitesi Yayınları. İstanbul. 2016.
Dücane Cündioğlu. İslam Bilim’e Karşı, Uygularlaşma’ya Engel midir? Youtube sunumu. 07.03.2021. Erişim adresi: https://www.youtube.com/watch?v=uf7fZpvchZA&t=5497s Erişim tarihi: 26.07.2021.
Ekmeleddin İhsanoğlu. Osmanlı Bilim Mirası. Birinci Cilt Mirasın Oluşumu, Gelişimi ve Meseleleri. Bilim ve Teknolojide Osmanlı Modernleşmesi: Mukayeseli Perspektif. Yapı Kredi Yayınları. İstanbul: 2017.
Fuat Sezgin. İslam’da Bilim ve Teknik Cilt 1. Arap-İslam Bilimleri Tarihine Giriş. Duraklamanın Başlangıcı ve Yaratıcılığın Son Bulmasının Nedenleri. (Çev: Abdurrahman Aliy). Türkiye Bilimler Akademisi Yayınları No:14. Ankara:2007:168-183.
S.Frederick Starr. Kayıp Aydınlanma. Arap Fetihlerinden Timur’a Orta Asya’nın Altın Çağı. (Çev: Yusuf Selman İnanç). Kronik Yayınları. İstanbul:2019.
Yorumlar
Yorum Gönder