İnsan, aklını kullanabilme becerisini çeşitli
aşamalardan geçerek geliştirmiştir. Bu süreç içinde bir yandan aklın sınırlarını
geliştirirken diğer taraftan ürünlerini biriktirmiştir. Aklın ve ürünlerinin
gelişimi toplumsal değişimle de paralel ilerlemiş olup her biri diğerinin
nedeni olmuştur.
Antropolog değilim ancak kitaplardan öğrendiğim kadarıyla insanın ortaya çıkmasında birinci aşama ayağa kalkabilmesidir. Omurga üzerinde dik durabilen insan bu özelliğini ardından gelen birçok yetenekle pekiştirmeyi başarabilmiştir. Böylece ön ayakları ellerini oluşturacak şekilde ortaya çıkmış ve beynin gelişimi ile birlikte ancak bazı canlıların basit düzeyde yapabildiği alet kullanımını geliştirebilmiştir. Bu sayede bugün zanaat ya da sanat olarak tanımladığımız bir uygulama alanı ortaya çıkmıştır. Tamamen pratik ihtiyaçlarını çözmeye çalışan, önceleri yiyecek bulma, avlanma ve güvenlik gibi konulara yönelik olan zanaat, günümüzde Mars üzerinde yürüyüp fotoğraf gönderebilen alet üretimine kadar ilerlemiştir. İnsanın günlük sorunlarına çözüm geliştirebilmek manasına gelen zanaat ya da teknolojinin, doğanın temel nedenselliklerinin çözülmesi anlamındaki bilimden farklı bir alanda değerlendirilmesi gerekir. Günümüzde bu iki alanın uygulayıcılarının dahi sınırları birbirinden ayıramadıkları gözlenmektedir.
İki ayak üzerinde durabilen insanın bir diğer özelliği de çok uzak noktalara gruplar halinde yürüyebilmesidir. Böylece birkaç on bin yıl içinde çok farklı iklim ve coğrafyalara ulaşan insan adaptasyon kapasitesiyle yaşam olanağı yaratmıştır. Bu yetenek gelecekte ortaya çıkacak kültürler içinde zemin hazırlayacaktır.
Farklı coğrafya ve iklimlere yerleşmeye çalışan insanın gittiği bölgelere özel yaşam biçimleri oluştururken diğer canlılarda izini görmediğimiz (ya da bizim anlayamadığımız) bir faaliyet geliştiriyor; doğayı açıklamak ya da anlam vermek. İşte teologların, ozanların, kâhinlerin öznesi olduğu mitsel ya da poetik anlatım biçimi bu noktada ortaya çıkıyor(Şema 1). Süreçle paralel olarak toprağın işlenmesi, yerleşik yaşam biçimlerinin artması ve ifadelerin bir zemin üzerine aktarılabilme becerisinin gösterilmesi yetenekleri görülüyor. Doğal olarak tapınak ortaya çıkıyor ve düşünceyle olan ilişkisi bu zeminde gelişme olanağı buluyor(Şema 2).
Binlerce yıl Mezopotamya ve Elam bölgesi başta olmak üzere, Mısır Nil Deltası, Çin Sarı Irmak yakınları ve Hindistan İndus Vadisi civarlarında insan nesli yarattığı tarıma dayalı ekonomik gelişim ekseninde pratik fayda ile mitolojik zeminde yazı sistemleri, tıp, astronomi ve matematikle ilgili uygulamaları geliştirmeye çalışmıştır. Bu konuda oldukça da ileri gitmişlerdir(Şema 2-3).
Poetikanın temel amacı hiçbir zaman hakikat arayışı olmamıştır. Bunun yerine düzenli olduğu varsayılan doğanın ardındaki tanrısal güce yaslanarak toplumun bir erek çevresinde bir arada tutulmasının sağlanması ön plandadır. Böylece kâhinin ya da ozanın ürettiği masal ekseninde şefin dokunulmazlığının sağlanması amacıyla mutabakat zemini yaratılabilmiştir. Binlerce yıldır farklı biçimlere bürünmüş olsa da bu mutabakat zemini halen varlığını sürdürmeye devam etmektedir.
Ancak MÖ 6.yüzyıl civarlarında Miletos’un öncülük ettiği yeni bir insan tipi bu yapıyı sorgulamaya başlamıştır. Yüzünü doğaya dönen bu insan tipinin ortaya çıkardığı yeni düşünce biçiminde evrenin düzeninin ardındaki nedenselliğinin niceliksel bir ifadeyle aranması faaliyeti gözlenecektir. Sonraları felsefe denilen “logos” günümüzün biliminin de erken biçimlerindendir. Öyle ki bilimle ilişkilendirdiğimiz her faaliyetin ardında logos kelimesi bulunmaktadır. Felsefeyle birlikte tapınağın bilgi içindeki yerinin sorgulanacağı günlerin işaretleri gelmeye başlayacaktır. Sokrates, Anaksagoras ve Aristoteles bu sorgulamanın ilk sonuçlarını yaşayan kişiler olarak ya idam edilecek ya da Atina’dan kaçmak zorunda kalacaklardır. Sanıldığının aksine Atina felsefe için özgür bir ortam olmayıp tutucu tanrı ve temsilcilerine ev sahipliği yapmaktadır.
Bu ortam içinde gelişen yeni insan yapısı olan filozof yönünü doğa yanında insan, kültür, siyaset ile ilgili konulara da çevirmeye başlayacaktır. Böylece ortaya çıkan sofist tipi retorik ile sofistik konuşma yani düşünme biçimlerini geliştireceklerdir. Bu noktada doğanın açıklanması arka plana bırakılmış olup temel amaç hakikati göstermek değil insanların ikna edilmesidir. Poetik düşünceden farkı şudur; burada insanlardan bir düşünce ya da eyleme karşı olumlu ya da olumsuz tavır geliştirmeleri beklenmektedir. Çoğunlukla agora, mahkeme ya da mecliste geçerli olan bu sanatın amacı, Yunan siteleri içindeki sınırlı demokrasi ortamında oy kullanabilenlerin onamlarının alınabilmesidir. Burada bırakın söylenenin doğru olması, insanları doğru olmayan şeylere inanmaya ikna eden hatip toplum nezdinde daha itibarlı konuma gelmektedir. Böylece Atina’da aristokratların çocuklarına retorik sanatını öğreten sofistler tarihe ilk defa bu iş için ücret alan öğretmenler olarak kaydedilmiştir.
Sofistlerin yarattığı bu göreceli ortama karşı sahneye Sokrates ve Platon çıkmıştır. Retorik karşısında geliştirdikleri yöntem diyalektiktir. Burada tek hatibin söylevi yerine karşılıklı tartışma ortamı bulunmaktadır. Temel amaç toplumu kendi sözlerine ikna etmek yerine karşıdakinin sözlerinin doğru olmadığına inandırmaktır. Hakikat iki tarafın da umurunda değildir. Platon, sofistlerin her şeyin ölçüsünün insan olduğu göreceli dünyalarının karşısına, ölçünün Tanrı olduğu mükemmel idealara dayalı bir doğa tasarımı koyarak çıkmaya çalışmıştır.
MÖ 4.yüzyıla kadar gelişen ve hiçbirinde nesnel hakikat içermeyen bu düşünce sanatlarına karşı arayış Platon’un öğrencisinden gelecektir. Aristoteles’in dört neden ilkesiyle formülü ettiği paradigmaya yaslanan düşünce dünyası, doğal olarak nesnel kanıta dayalı bir hakikat arayışını formüle etmeye çabalıyordu. O günün dünyasında mantıksal kıyasa dayalı tümdengelim yöntemiyle kanıt aramaya çalışan Muallim-i Evvel, kendisinden yüzlerce yıl sonra ortaya çıkacak olan niceliksel bilimsel yöntemin de öncüsü olmuştur. İnsanın binlerce yıldır peşinde koştuğu hakikat arayışı nihayet Filozof’un aklında kanıta dayalı nesnel bir zemine dayanma olanağına kavuşuyordu. Artık önemli olan insanları ikna edecek olan söz söylemek değil, hakikatin sırlarını kanıtlarla gözlerinin önüne koymaktı.
İnsanın düşünce şemalarının yolculuğu Aristoles’ten sonra çok uzun ve yavaş bir yolculuktan geçti. Hatta o kadar ki Ortaçağ boyunca Aristoteles’in ardına sığınan skolastik felsefe, Kilisenin de gücüyle hem düşünsel hem de toplumsal ilerlemenin önüne büyük bir duvar örmeyi başarmıştır. Bu duvar nihai olarak ilerlemeyi engelleyemese de oldukça zaman kaybettirmiştir.
Ancak binlerce yıl önce poetik düşüncenin karşısına çıkan Miletos’lu filozofların yeni biçimi, Batı Avrupa’da yine doğaya özellikle de gökyüzüne bakarak ortaya çıkmıştır. Kopernik, Tycho Brahe, Kepler ve Galileo’nun öncülük ettiği doğa filozofları, sırtını Kilisenin ihtişamına dayamış skolastik düşünce adamlarının gözü önünde, o güne kadar bilinen en temel bilgilerin yanlış olduğunu ortaya çıkaracaklardır. Yeni tip filozofların diğerlerinden farkı matematiği ve geometriyi daha aktif olarak kullanmaları ve ölçümleri için aletler geliştirmeleridir. Bu dönem, semanın, arzın ve mikro dünyanın keşfi yanında yeni tip bir ekonomik sistemle birlikte gelişecektir.
Günümüzde hakikat, adına kanıta dayalı bilim dediğimiz, nesnel, matematiksel ölçümlere dayalı, tekrarlanabilir gözlem ve deneylerle ortaya çıkartılabilen kanıtlarla aranıyor. Yine aynı yöntemle elde edilen kanıtlarla geçerliliğini yitiriyor. Ulaşılan toplumsal gelişmede dünyanın her yerindeki insanlar anında sesli ve görüntülü olarak birbirleriyle görüşebiliyor ve düşüncelerini paylaşıyor. Dünyadaki arayışlar devam ederken buna son elli yıldır uzay da eklenmiş durumda. Son yüzyılda birçok hastalıktan ölüm tarihe karıştı. Bilimsel düşünce yöntemleri dijital sistemlerde karmaşık modellemelerle çalışıyor. Yakın zamanda yapay zekâdaki gelişmeler muhtemelen bugün bildiğimiz birçok bilgiyi aslında yanlış yöntemlerle öğrendiğimizi gösterecektir. Kâhinlerin ya da ozanların aklında mitolojik hikâyelerle başlayan düşünce evrimimiz devam ediyor.
Öte yandan bazı şeyleri çözebilmiş değiliz! Tapınak ve şefin koalisyonu ile yönetilen toplumlar hala ayakta, hem de en ileri denen toplumlarda bile… Kanıtlar gözlerinin önünde olsa dahi insanlar, çoğu zaman masalları ve retoriği tercih ediyor. Ve düşünce evrimi yolculuğunda ulaştığımız hiçbir basamakta ekonomik ve sosyal eşitsizlikler ile savaşa bir çözüm bulmayı beceremedik…
Bu yazının ortaya
çıkmasında kullandığım şemaları (Şema 1)
Dücane Cündioğlu’nun derslerinde
öğrendim. Özellikle “Mantık Bilimine
Giriş” ve “Felsefe Tarihine Giriş”
dersleri oldukça ufuk açıcı bilgiler içermektedir(https://felsefedersleri.com/). Bunun yanında Hocanın youtube kanalındaki
felsefeyle ilgili söyleşilerinden de yararlandığımı söyleyebilirim
Antropolog değilim ancak kitaplardan öğrendiğim kadarıyla insanın ortaya çıkmasında birinci aşama ayağa kalkabilmesidir. Omurga üzerinde dik durabilen insan bu özelliğini ardından gelen birçok yetenekle pekiştirmeyi başarabilmiştir. Böylece ön ayakları ellerini oluşturacak şekilde ortaya çıkmış ve beynin gelişimi ile birlikte ancak bazı canlıların basit düzeyde yapabildiği alet kullanımını geliştirebilmiştir. Bu sayede bugün zanaat ya da sanat olarak tanımladığımız bir uygulama alanı ortaya çıkmıştır. Tamamen pratik ihtiyaçlarını çözmeye çalışan, önceleri yiyecek bulma, avlanma ve güvenlik gibi konulara yönelik olan zanaat, günümüzde Mars üzerinde yürüyüp fotoğraf gönderebilen alet üretimine kadar ilerlemiştir. İnsanın günlük sorunlarına çözüm geliştirebilmek manasına gelen zanaat ya da teknolojinin, doğanın temel nedenselliklerinin çözülmesi anlamındaki bilimden farklı bir alanda değerlendirilmesi gerekir. Günümüzde bu iki alanın uygulayıcılarının dahi sınırları birbirinden ayıramadıkları gözlenmektedir.
İki ayak üzerinde durabilen insanın bir diğer özelliği de çok uzak noktalara gruplar halinde yürüyebilmesidir. Böylece birkaç on bin yıl içinde çok farklı iklim ve coğrafyalara ulaşan insan adaptasyon kapasitesiyle yaşam olanağı yaratmıştır. Bu yetenek gelecekte ortaya çıkacak kültürler içinde zemin hazırlayacaktır.
Farklı coğrafya ve iklimlere yerleşmeye çalışan insanın gittiği bölgelere özel yaşam biçimleri oluştururken diğer canlılarda izini görmediğimiz (ya da bizim anlayamadığımız) bir faaliyet geliştiriyor; doğayı açıklamak ya da anlam vermek. İşte teologların, ozanların, kâhinlerin öznesi olduğu mitsel ya da poetik anlatım biçimi bu noktada ortaya çıkıyor(Şema 1). Süreçle paralel olarak toprağın işlenmesi, yerleşik yaşam biçimlerinin artması ve ifadelerin bir zemin üzerine aktarılabilme becerisinin gösterilmesi yetenekleri görülüyor. Doğal olarak tapınak ortaya çıkıyor ve düşünceyle olan ilişkisi bu zeminde gelişme olanağı buluyor(Şema 2).
Binlerce yıl Mezopotamya ve Elam bölgesi başta olmak üzere, Mısır Nil Deltası, Çin Sarı Irmak yakınları ve Hindistan İndus Vadisi civarlarında insan nesli yarattığı tarıma dayalı ekonomik gelişim ekseninde pratik fayda ile mitolojik zeminde yazı sistemleri, tıp, astronomi ve matematikle ilgili uygulamaları geliştirmeye çalışmıştır. Bu konuda oldukça da ileri gitmişlerdir(Şema 2-3).
Poetikanın temel amacı hiçbir zaman hakikat arayışı olmamıştır. Bunun yerine düzenli olduğu varsayılan doğanın ardındaki tanrısal güce yaslanarak toplumun bir erek çevresinde bir arada tutulmasının sağlanması ön plandadır. Böylece kâhinin ya da ozanın ürettiği masal ekseninde şefin dokunulmazlığının sağlanması amacıyla mutabakat zemini yaratılabilmiştir. Binlerce yıldır farklı biçimlere bürünmüş olsa da bu mutabakat zemini halen varlığını sürdürmeye devam etmektedir.
Ancak MÖ 6.yüzyıl civarlarında Miletos’un öncülük ettiği yeni bir insan tipi bu yapıyı sorgulamaya başlamıştır. Yüzünü doğaya dönen bu insan tipinin ortaya çıkardığı yeni düşünce biçiminde evrenin düzeninin ardındaki nedenselliğinin niceliksel bir ifadeyle aranması faaliyeti gözlenecektir. Sonraları felsefe denilen “logos” günümüzün biliminin de erken biçimlerindendir. Öyle ki bilimle ilişkilendirdiğimiz her faaliyetin ardında logos kelimesi bulunmaktadır. Felsefeyle birlikte tapınağın bilgi içindeki yerinin sorgulanacağı günlerin işaretleri gelmeye başlayacaktır. Sokrates, Anaksagoras ve Aristoteles bu sorgulamanın ilk sonuçlarını yaşayan kişiler olarak ya idam edilecek ya da Atina’dan kaçmak zorunda kalacaklardır. Sanıldığının aksine Atina felsefe için özgür bir ortam olmayıp tutucu tanrı ve temsilcilerine ev sahipliği yapmaktadır.
Bu ortam içinde gelişen yeni insan yapısı olan filozof yönünü doğa yanında insan, kültür, siyaset ile ilgili konulara da çevirmeye başlayacaktır. Böylece ortaya çıkan sofist tipi retorik ile sofistik konuşma yani düşünme biçimlerini geliştireceklerdir. Bu noktada doğanın açıklanması arka plana bırakılmış olup temel amaç hakikati göstermek değil insanların ikna edilmesidir. Poetik düşünceden farkı şudur; burada insanlardan bir düşünce ya da eyleme karşı olumlu ya da olumsuz tavır geliştirmeleri beklenmektedir. Çoğunlukla agora, mahkeme ya da mecliste geçerli olan bu sanatın amacı, Yunan siteleri içindeki sınırlı demokrasi ortamında oy kullanabilenlerin onamlarının alınabilmesidir. Burada bırakın söylenenin doğru olması, insanları doğru olmayan şeylere inanmaya ikna eden hatip toplum nezdinde daha itibarlı konuma gelmektedir. Böylece Atina’da aristokratların çocuklarına retorik sanatını öğreten sofistler tarihe ilk defa bu iş için ücret alan öğretmenler olarak kaydedilmiştir.
Sofistlerin yarattığı bu göreceli ortama karşı sahneye Sokrates ve Platon çıkmıştır. Retorik karşısında geliştirdikleri yöntem diyalektiktir. Burada tek hatibin söylevi yerine karşılıklı tartışma ortamı bulunmaktadır. Temel amaç toplumu kendi sözlerine ikna etmek yerine karşıdakinin sözlerinin doğru olmadığına inandırmaktır. Hakikat iki tarafın da umurunda değildir. Platon, sofistlerin her şeyin ölçüsünün insan olduğu göreceli dünyalarının karşısına, ölçünün Tanrı olduğu mükemmel idealara dayalı bir doğa tasarımı koyarak çıkmaya çalışmıştır.
MÖ 4.yüzyıla kadar gelişen ve hiçbirinde nesnel hakikat içermeyen bu düşünce sanatlarına karşı arayış Platon’un öğrencisinden gelecektir. Aristoteles’in dört neden ilkesiyle formülü ettiği paradigmaya yaslanan düşünce dünyası, doğal olarak nesnel kanıta dayalı bir hakikat arayışını formüle etmeye çabalıyordu. O günün dünyasında mantıksal kıyasa dayalı tümdengelim yöntemiyle kanıt aramaya çalışan Muallim-i Evvel, kendisinden yüzlerce yıl sonra ortaya çıkacak olan niceliksel bilimsel yöntemin de öncüsü olmuştur. İnsanın binlerce yıldır peşinde koştuğu hakikat arayışı nihayet Filozof’un aklında kanıta dayalı nesnel bir zemine dayanma olanağına kavuşuyordu. Artık önemli olan insanları ikna edecek olan söz söylemek değil, hakikatin sırlarını kanıtlarla gözlerinin önüne koymaktı.
İnsanın düşünce şemalarının yolculuğu Aristoles’ten sonra çok uzun ve yavaş bir yolculuktan geçti. Hatta o kadar ki Ortaçağ boyunca Aristoteles’in ardına sığınan skolastik felsefe, Kilisenin de gücüyle hem düşünsel hem de toplumsal ilerlemenin önüne büyük bir duvar örmeyi başarmıştır. Bu duvar nihai olarak ilerlemeyi engelleyemese de oldukça zaman kaybettirmiştir.
Ancak binlerce yıl önce poetik düşüncenin karşısına çıkan Miletos’lu filozofların yeni biçimi, Batı Avrupa’da yine doğaya özellikle de gökyüzüne bakarak ortaya çıkmıştır. Kopernik, Tycho Brahe, Kepler ve Galileo’nun öncülük ettiği doğa filozofları, sırtını Kilisenin ihtişamına dayamış skolastik düşünce adamlarının gözü önünde, o güne kadar bilinen en temel bilgilerin yanlış olduğunu ortaya çıkaracaklardır. Yeni tip filozofların diğerlerinden farkı matematiği ve geometriyi daha aktif olarak kullanmaları ve ölçümleri için aletler geliştirmeleridir. Bu dönem, semanın, arzın ve mikro dünyanın keşfi yanında yeni tip bir ekonomik sistemle birlikte gelişecektir.
Günümüzde hakikat, adına kanıta dayalı bilim dediğimiz, nesnel, matematiksel ölçümlere dayalı, tekrarlanabilir gözlem ve deneylerle ortaya çıkartılabilen kanıtlarla aranıyor. Yine aynı yöntemle elde edilen kanıtlarla geçerliliğini yitiriyor. Ulaşılan toplumsal gelişmede dünyanın her yerindeki insanlar anında sesli ve görüntülü olarak birbirleriyle görüşebiliyor ve düşüncelerini paylaşıyor. Dünyadaki arayışlar devam ederken buna son elli yıldır uzay da eklenmiş durumda. Son yüzyılda birçok hastalıktan ölüm tarihe karıştı. Bilimsel düşünce yöntemleri dijital sistemlerde karmaşık modellemelerle çalışıyor. Yakın zamanda yapay zekâdaki gelişmeler muhtemelen bugün bildiğimiz birçok bilgiyi aslında yanlış yöntemlerle öğrendiğimizi gösterecektir. Kâhinlerin ya da ozanların aklında mitolojik hikâyelerle başlayan düşünce evrimimiz devam ediyor.
Öte yandan bazı şeyleri çözebilmiş değiliz! Tapınak ve şefin koalisyonu ile yönetilen toplumlar hala ayakta, hem de en ileri denen toplumlarda bile… Kanıtlar gözlerinin önünde olsa dahi insanlar, çoğu zaman masalları ve retoriği tercih ediyor. Ve düşünce evrimi yolculuğunda ulaştığımız hiçbir basamakta ekonomik ve sosyal eşitsizlikler ile savaşa bir çözüm bulmayı beceremedik…
(https://www.youtube.com/channel/UCYb0I8LggFTpQqYCy1iBKIQ/featured).
Coşkun Bakar, Hekim, Halk Sağlığı Uzmanı, Prof.Dr.
Yorumlar
Yorum Gönder