Türümüzün geçmişinin sandığımızdan çok daha eski
olduğu görülmektedir. Kanımca Homo
Sapiens’in yaşı bugün bildiğimizden de daha fazla. Biz ise bu sürenin
tamamına yakını hakkında neredeyse hiçbir bilgiye sahip değiliz. Türümüze ait
en eski kayıtlar ülkemizin sınırları içinde bulunan tapınaklara ait gibi
görülüyor. Bugün için tapınak olduğunu düşündüğümüz bu yapılarda insanların
bıraktığı eserler günümüze kadar gelebilmiş durumda. Benim gözlemleyebildiğim
kadarıyla türümüz içinde her dönemde kendi çağdaşlarından farklı işler yapmaya
çalışan bazı insanlar olmuştur. Bu insanlar dünyaya çoğunluğun baktığı gibi
bakmamışlar ve yaşama anlam katmak ve açıklamak için bir şeyler yapmaya
çalışmışlar. Günlük yaşamın dışına çıkabilen bu insanlar, avlanmak, üremek ve
savaşmak dışında bir dünya olduğunu da hatırlatan faaliyetlerde bulunmuşlardır.
Bunların birçoğunun yaptığı işler kendilerinin bulunduğu çağı aşmış ve çağlar
boyunca insanlığı etkilemiştir. Ben bunlara türümüzün dördüzleri olarak
bakıyorum: sanat, bilim, felsefe ve spor…
Tarihsel açıdan bu dördüzlerin hangi sırayla ortaya çıktığını bilmiyorum. Ancak görülüyor ki ilk ortaya çıkan faaliyet sanat olmuştur. Sanat kavramından insanın nesnel gerçekliğin estetik biçimde yeniden yaratmasını ve ihtiyaçlarını karşılamak anlamında sınaat(zanaat) kavramını algılıyorum. Bunun en eski kayıtları bize bırakılan mağara resimleriyle birlikte belki de ilk tapınaklardır. Yazılı ya da başka bir biçimde bir kayıt olmadığı için bu eserlerin neden yapıldığını bilmiyoruz. Yaşamın bir iki on yıla ancak sığdığı, şanslıysa üreyebilme fırsatı bulabilecek kadar kısa bir yaşam dilimi içinde mağara duvarlarına eserler çizebilen ya da Urfa’nın sıcak ikliminde hayvan ve insan figürleriyle işlediği devasa taşlardan tapınaklar yapabilen insanın evrene farklı bir pencereden bakabildiği ortada değil midir?
Dördüzlerin ikinci çocuğu bilim gibi duruyor. Bilime içinde yaşadığımız doğadaki olayları açıklama ve buradan yaşama yönelik pratik faydalar üretme süreci olarak bakabiliriz. Bilimin bir boyutu da sınaatle ilişkili olan teknoloji olması ve yarattığı yaşamsal konfor, tarih boyunca tüm toplumları onu sahip olmak anlamında motive etmiştir. Bu motivasyonda savaş teknolojisine yaptığı katkıyla ortaya çıkardığı istila gücünün cazibesini de göz ardı etmesek iyi olacak. Bilimin günümüze çıkabilen yolculuğu tarım devrimiyle birlikte hayatımıza girmeye başlamıştır. Avcı toplayıcıdan farklı olarak tarımcının birçok yeni bilgiye ihtiyacı bulunmaktadır. Yerleşik düzene geçebilmesi için toprağı işlemesi gerekmektedir. Toprağı işlemek yaşadığınız coğrafyadaki iklim özellikleri ve su sistemleriyle doğrudan ilişkili görülmektedir. Bunun için tarımcının yanında takvim için astronomi, çıkan ürünü saymak için matematik, toprağı herkesin uzlaşabileceği şekilde paylaşımı için geometriye ihtiyaç vardır. Ayrıca hastalıklarla da uğraşan bir şifacıya gereksinim bulunmaktadır. Tüm bunlar içinde bulunduğumuz coğrafyaya çok yakın olan Mezopotamya ile Mısır’da astronomi, matematik-geometri ve tıp gibi bugün için bilimsel pratiğin ilk örnekleri sayabileceğimiz uygulamaların gözlenmesine yol açmıştır. Bu uygulamaların, yazının başladığı tapınakta ve büyüsel ve mistik bir kökene dayanmasıyla, günümüze kadar ulaşan hastalıklı kuzenlerin ortaya çıkmasına yol açtığı görülmektedir. Mezopotamya ve Mısır’da ortaya çıkan iki kardeşin günümüz bilimsel yönteminden çok farklı olduğu ortada olsa da yarattıkları pratik faydalar ve kendisinden sonra gelecek olan felsefeye de zemin hazırlaması bakımından bence bilim olarak adlandırılması yanlış tanımlama olmayacaktır. Astronomiye müneccimlik ve astrolojiyi, tıbba büyüyü de karıştırmış olsalar, sıkıştıkları yerde tanrılara da başvursalar bu insanlar günümüz bilim insanlarının öncülleri olduğu kesindir.
İnsanlık tarihindeki üçüncü kardeş ise felsefedir. Felsefenin çıkışı hakkında daha net bilgilere sahibiz. Çünkü MÖ 6. Yüzyılda Anadolu kıyılarında başlayan bilgelik sevgisi ya da bağlılığı anlamında Yunanca kökenli bir kelimeden gelen felsefe, bilim-science kelimesinin kullanıldığı 19. Yüzyıla kadar çok geniş anlamları taşımıştır. Miletos’ta evreni oluşturan maddenin ne olduğunun arandığı bir soruyla başlayan faaliyet tüm düşünce sistemimizin gelişmesini de beraberinde getirmiştir. Kökeninde hayret olan felsefe dünyayı açıklayabilmek ve anlayabilmek için yaptığımız en önemli insan faaliyetidir. Diğer faaliyetlerde olduğu gibi felsefe de hayata başka açılardan bakabilen insanın yapabileceği bir iştir. Thales’in gökyüzündeki yıldızlara bakarken önündeki çukuru görmediği için düştüğü ve hizmetçisi tarafından alaya alındığı anlatılır. Benim de anlatmak istediğim olaya tam da budur. Zaten düşmemek için yeryüzündeki çukurları kollayan insanın sanat, bilim ya da felsefe yapması mümkün değildir.
Dördüzlerden birisi de spordur. Nerede başladığını tam olarak bilmiyorum. Ancak Antik Yunan’dan itibaren olimpiyat oyunlarının varlığı göz önünde bulundurulunca bu faaliyetin de diğer kardeşleri kadar eski olduğu ortadadır.
Kısaca özetlemeye çalıştığım tüm faaliyetlerin hem içinde bulundukları dönemde hem de izleyen yüzyıllarda insanlık tarihinde çok özel izler bıraktığı ortadadır. Bu faaliyetler insanları günlük biyolojik döngü sarmalından çıkarmakta, yaşama değer katmakta ve diğer canlıların yaşamından daha ayrıcalıklı bir yere konumlandırmaktadır.
Bu yazıyı okuyanlardan bir şey yapmalarını isteyeceğim. Arkanıza yaslanıp gözlerinizi kapatın. İnsanlık tarihinden bu dördüzleri çıkarın ve düşünün. Geriye konuşabileceğiniz ne kalır? Çok iddialı olur mu bilmiyorum ama konuştuğunuz dilinizi bile kaybedebilirsiniz…
Haa bu arada dördüzlerin bir kardeşi daha var; ancak ondan burada özellikle bahsetmedim. Sebebi de onun kendini ayrıcalıklı görmesi, insanlığa göklerden geldiğini düşünmesidir. Bir de bu dördüzlerle ilgilenenlerin çoğu bu kardeşle pek de ilgilenmiyor da ondan…
Coşkun Bakar, Hekim, Halk Sağlığı Uzmanı, Prof.Dr.