FELSEFESİZ BİLİM - FELSEFESİZ AKADEMİ…

“II.Murad’ın 1435 yılında Edirne’de hadis eğitimi için kurduğu Darulhadis’in vakfiyesinde de felsefi bilimlerin okutulması kesin bir şekilde yasaklanmıştır. Vakfın kurucusu vakfiyede şöyle demektedir: Müderrisler talebelere ulûm-ı şerriyye ve fünun-ı edebiyye öğreteceklerdir. Bunun dışında kalan felsefi bilimleri okutmayacaklardır. Müderrisler burada her gün hadis ve onunla alakalı konularda ders vereceklerdir.”
Kaynak: Ekmeleddin İhsanoğlu. Osmanlı Bilim Mirası, Mirasın oluşumu, gelişimi ve meseleleri. Cilt 1. Yapı Kredi Yayınları. İstanbul, 2015: 110-111.
 
İnsan aklının izleri yazının kullanılmasıyla birlikte görünür olmaya başlasa da kalıntıları çok daha kadim zamanlara kadar uzanmaktadır. Dünyanın farklı bölgelerinde bulunan mağara resimleri ya da Göbeklitepe örnekler arasında görülebilir. Bulanan izler insanın hem çevresinde olup biteni açıklamaya hem de düzenlemeye çalışarak yaşamaya çalıştığını göstermektedir. İnsanı dünya üzerinde bulunan diğer canlılardan ayrı bir yere yerleştiren faaliyetlerden biri, evrendeki şeylerin ve olguların açıklanması olup felsefe daha sonra da bilim (Science) olarak tanımlanmıştır. Diğeri ise insanın günlük hayattaki ihtiyaçlarını karşılamak amacıyla pratik akılla geliştirdiği ve bugün teknoloji olarak tanımladığımız sanattır (zanaat; techne).
Tarihsel süreç içerisinde izlemeye çalışırsak sanat insan faaliyetlerinin içinde en eskisi gibi görülmektedir. Avcı toplayıcı olarak var olmaya çalışan Homo Sapiens besin zinciri rekabet üstünlüğünü silah olarak kullanacağı taşları yontarak sağlamaya çalışmıştır. Becerisi oldukça yüksek olan türümüz günlük hayatını kolaylaştıran aletler yapmayı başardığında yenileri için de kafa yormaya devam etmiştir. Eş zamanlı olarak dünya üzerinde kabileler halinde dolaşan insanın bir başka özelliği de çok eski dönemlerden itibaren görünür hale gelebiliyor. O da inanç!
İnancın erken izlerini ölülere yapılan törenlerden gözlemlenebiliyoruz. Kalıntılarına ulaştığımız avcı toplayıcı kabilelerinden izleyebildiğimiz kadarıyla ölülere gösterilen saygının kökeni oldukça eski tarihlere ulaşabiliyor. Çoğunlukla av törenleriyle ilişkili görülmekle birlikte mağara resimleri bana göre inançsal anlatıyı da bünyelerinde barındırıyor. Ve Göbeklitepe; bugünkü bilgilerimizle dünya üzerindeki en eski inanç merkezi olduğu düşünülüyor. Sözlü ve yazılı kültürlerde inancın izlerini ise mitolojiyle birlikte izleyebiliyoruz. Mitoloji insanın doğayı açıklama çabalarının en erken ürünleri arasında yer alıyor. Ben açıklama yapması yanında yaşama anlam katma çabasının da bir göstergesi olarak görüyorum. Zaten günümüze kadar yaşanılan öyküleri sıraya koyduğunuzda, kitlelerin ve iktidarların doğanın açıklanmasından ziyade anlam verilmesine daha fazla değer yükledikleri gözden kaçmamaktadır. Mitoloji yaşama, birey için başı sonu bilinen ve ulaşılması gereken bir ereksel bütünlük; toplum için birlik olabilmek ve savaşabilmek için gerekli olan masal; iktidar için de kullarının kendisine sorgulamadan itaat etmeleri için sebep yükleyebilmiştir. Büyücü ve şefle birlikte kabileden başlayan öykü, tarım toplumu arkasından ortaya çıkan karmaşık toplumlarda daha örgütlü bir şekilde kurgulanarak günümüze kadar gelebilmiştir. Bugün dünyanın dört bir yanında bireyi, toplumu ve devleti sarmalı içine alarak kendi idealarına yönlendirme becerisi gösteren din kurumu, ilksel topluluklarda var olan büyücülerin günümüzdeki siyasi ortaklarıdır. Başarılarının mahareti, bireyi başka bir dünyada kurtuluşa erişecekleri masalıyla, mevcut dünyada şefin tebaası halinde kalmalarını sağlayarak çelişkilere gözlerini kapatabilmelerinde yatmaktadır…
Bu noktada hayatımıza bugün bilim diye tanımladığımız yaşam biçiminin ilk örnekleri girebilmektedir (Bu iki alanı bugün bilim olarak isimlendirdiğimiz için bu terimi kullanıyorum. Yoksa bilim terimi 19.YY’a kadar kullanılmamıştır). Bunlardan birisi şifacılık, büyücülük olarak başlayan tıp, diğeri ise gökyüzüne bakmanın bilimi olan astronomidir.
Şifacılık ya da büyücülük bağlamında tıp pratiğinin bilimsel değeri tartışılır. Çünkü temel ereği doğayı açıklamaktan ziyade acısı olan insana yardım etmektir. Şifacının deneme yanılmaları ile yürüyen iyileştirme sanatı ya ota ya da bıçağa dayanmaktadır. Bilim olmasının en erken izlerini Hipokrat ve Galen ile birlikte görsek de, hekimlik mesleğinin bugünkü anlamda insanı ve çevresindeki sağlık risklerini açıklayabilen bilimsel bir pratiğe dönüşmesi, anatomi diseksiyonları, mikroskop ve epidemiyolojik yöntemlerin kullanılması sayesinde olanaklı olduğunu görebilmekteyiz.
Astronomi bilimin kadim alanı olarak, günlük ihtiyaçlar ve mitolojik öykülerle birlikte ortaya çıkmıştır. Gökyüzüne bakmak ve hayatı gökyüzünden gelen izlerle yönlendirmek özellikle tarım devrimiyle üst üste geldiğinde sinerjik bir etki yaratmıştır. Zira tarım yapmaya çalışan insanın bilmesi gereken en önemli bilgi takvimdir. Bu sayede doğayı kendisinin okuyabileceği bir düzenliliğe oturtabilmiştir. Böylece ekim ve hasat planlamış; yağmurun, sıcağın, soğuğun gelişi tahmin edebilmiştir. Bu anlamda astronomi de teknik bir amaç için kurgulansa da çok kısa sürede evreni açıklama faaliyeti haline gelmiştir. Matematik ve geometri, astronomi ile birlikte gökyüzündeki düzenliliği ölçülebilir hale getirmek ihtiyacının karşılığı olmuştur. Eş zamanlı olarak da yeryüzündeki yapılan faaliyetlerin ölçülmesi işleviyle bilimsel yöntemin araçları haline gelmişlerdir.
Peki felsefe! Binlerce yıl süren tecrübe, tarım dönüşümünü, su sistemlerini, kentleri, devletleri, mitoloji ve dinleri, sanat ile şifacılık, astronomi, matematik, geometrinin örneklerini içermesine rağmen felsefe henüz tarih sahnesinde yer almamıştı…
İnsan aklının en zengin faaliyetini oluşturacak felsefe (philosophia), yukarıda bahsedilen insan faaliyetlerinin etkisi altında, Miletosta başlamıştır. Denize ve ticarete dayalı olarak gelişen Ege coğrafyasında bulunan, düşünmenin ve sorgulamanın nispeten kolay olduğu Yunan kentlerinde yerleşik mitolojik ögelerin eleştiriye açılabilmesiyle birlikte evrenin temel ilkesinin merak edilmesi, felsefenin önünü açmıştır…
Doğa filozoflarıyla birlikte başlayan bu düşünce sistemi birkaç yüzyıl içinde Atina’da sistemleşerek zirveye ulaşmıştır. Bence insan aklının en nadide örnekleri Platon ve Aristoteles ile bu dönemde ortaya çıkmıştır. Birbirlerini takip eden bu iki filozof bugün düşünce tarihinde sahip olduğumuz kavramların yaratıcısı olarak literatürümüze girmiştir. Aristoteles daha fazla olmak üzere filozofların bazı eserlerine sahip olamasak da yaklaşık 2500 yıldır yolumuzu onlarla birlikte bulmaya çalışıyoruz. Varlık, bilimsel düşünce, nedensellik, doğa felsefesi, ruh, ahlâk, siyaset, teoloji bu iki aklın ürünlerinden bazılarıdır. Şunu da iddia edebilirim ki Platon daha belirleyici olmakla birlikte bu iki düşünür bugün kurumsal dinlere ait kavramların yerleşmesinde de önemli rol oynamışlardır.
MÖ. 6.YY’a kadar pratik fayda ya da mitolojik bir eksende yürüyen bilimsel düşüncenin temelleri Aristoteles ve Platon’un öncülüğünde felsefe tarafından atılmıştır. Felsefe önce varlık ekseninde bilginin kökenini, nedenselliğini tartışmış ve kavramları ortaya çıkarmıştır. Ortaçağ boyunca bilgi üretmenin yolu olan –bence günümüzde de kullanılabilir durumda olan– mantık Aristoteles tarafından geliştirilmiştir. Ebu Hamid el-Gazali mantık ilmine sahip olmayanın yargılarına güvenilemeyeceğini söylemiştir.
Başka bir açıdan anlatmaya çalışacak olursak, insan aklı içinde bulunduğu toplumsal ve ekonomik ihtiyaçları karşılamak amacıyla şifacılık, astronomi, matematik ve sanatsal faaliyetleri geliştirmeyi başarabilmiştir. Öte yandan gerçek düşünsel atılımı MÖ. 6.YY ve sonrasıyla birlikte felsefeyle birlikte yapabilmiştir. Ardından gelen Helenistik dönem, Roma, Ortaçağ coğrafyalarında büyük krallar, sultanlar ve hepsinden daha önemlisi de dini akıl çemberi içinde yaşam mücadelesi veren felsefe kendisini en azından batı coğrafyasında bilimsel akla ulaştırmayı başarabilmiş; doğa felsefesinden pozitif bilimleri, ahlak felsefesinden sosyal bilimleri, metafizik içinden de teolojiyi çıkartabilmiştir. Şifacılık ise tarih boyunca hep felsefeyle birlikte olmuş ve 19.YY sonrasındaki mikrop devrimiyle birlikte günümüzün tıp bilimine dönüşmüştür.
Felsefe MS.8.YY’dan itibaren İslam coğrafyasına da uğramıştır. Sebepleri arasında İslam’la birlikte devletleşen Arapların kuzeye ve batıya doğru hareket etmeleri, Roma coğrafyasının Hristiyanlığının tutuculuğuna teslim olması ve felsefe ile sapkın düşünceleri toptan yasaklaması belirleyici rol oynamıştır.  Geleneksel Arap kültürü İslam sayesinde devlet yapısına kavuşup büyümeye başlayınca kendisini farklı gruplar arasındaki siyasi çatışmaların içinde bulmuştur. Uzun zaman geçmeden İslam dininin temel ilkelerinin korunması refleksiyle ortaya çıkan kelam geleneği içinden çıkan bazı grupların düşünceleri temel naslara kadar uzanmış ve tartışmaların siyasi sonuçları olmuştur. Mu’tezile kelamcıların Tanrı üzerine geliştirdikleri düşüncelerinin Abbasi halifelerinin siyasi hesaplaşmalarına alet olmasının bedelini yine Mu’tezile öncülüğünde rasyonel düşünce ödemiştir. Dini akıl ortaya çıkan tehlikeyi zamanında görmüş ve geleneksel düşünce dışındaki tüm söylemleri sapkın ilan ederek baskı altına almıştır. Henüz 9.YY’un başlarında felsefeye dönüşemeden rasyonel düşüncenin İslam coğrafyasındaki zorlu yolculuğu başlamıştır. Ancak yine de Bağdat ve çevresinde felsefe ortaya çıkabilmiştir. Kindi’nin öncülüğünde başlayan yolculuk Farabi ile birlikte Meşşaiyye akımıyla zirveye ulaşmıştır. Hekimlerin öncülük ettiği bu akımın paralelinde yine bir hekim olan Zekeriyya er-Razi tarafından temsil edilen Tabiyatçılar ve İbnü’r-Ravendi tarafından temsil edilen Dehriyye ekolü gelişme olanağı bulmuştur. Siyasi ayağı daha ağırlıklı olan İhvan-ı Safa ekolü ise dikkat çekenler arasında yer almaktadır. Felsefe, Arap ve Mevâli unsurların iktidar kavgası, Şia meselesi ve Bâtıni ekolünün yarattığı siyasi ortamda filizlenebilme olanağı bulmuştur. Bugün İslam coğrafyasında batı felsefesi ve bilimi karşısında yaşanılan ezikliğin duygusuyla birkaç yüzyıldan daha uzun süremeyen bu dönem yüceltilmektedir. Oysa dönemin siyasi temsilcilerinin halen düşünce olarak iktidarda olduğu bu coğrafyada, hiçbir aktörün 9-12. YY arasında yaşanılan felsefi başarıyı sahiplenmeye hakkı bulunmamaktadır. Çünkü felsefe siyasi aktörler sayesinde değil bilakis onlara rağmen gelişebilmiştir. Toplumun neredeyse tamamının dar bir entelektüel çevrede yaşanılan bu tartışmalardan haberi hiç olmamıştır(günümüzde de yoktur). Evet, bazı dönemlerde saray felsefeyi desteklemiş ve kütüphaneleri finanse etmiştir. Ancak çok azı gerçek anlamda felsefi bir heyecan için bu desteği vermiştir. Abbasi halifelerinin 9.YY’da verdiği desteğin arkasında yatan siyasi kavganın bedelini yine akıl ödemiştir. Zaten çoğu zaman da kalıcı olmamış, yapılan olumlu gelişmeler halefler tarafından desteklenmediği için kurumsallaşamamıştır. Yani felsefi akıl bu topraklarda kurumsal olarak sürekliliği sağlayacak bir pozisyon bulamamıştır. Çoğu zaman devlet yöneticilerinin siyasi hesapları medresede müderrislere yansıtılmıştır. Hâce Nizâmülmülk tarafından kurulan medresenin başına getirilen Ebu Hamid el-Gazali, Şia ve Bâtınilere karşı yürütülen mücadelenin taşeronluğunu üstlenmiş olup Tehâfütü’l-Felâsife isimli eserinde Farabi ve İbn-i Sina özelinde aklı ölüme mahkum etmiştir. İslam coğrafyasında Gazali’ye yanıt Endülüs bölgesindeki İbn Rüşt’ten gelmiştir. Ancak bu yanıt doğuya ulaşmadığı gibi oradan da felsefeyi mahkûmiyetten kurtarabilecek kalitede bir yanıt verilememiştir. Hâlâ tatmin edici bir yanıtın verildiği söylenemez. Şunu belirtmeden geçmemek gerektiğini düşünüyorum; İslam coğrafyasında tıp ve astronomi bu baskının nispeten dışında kalabilen nadir bilim alanlarından olmuştur. Sebebi ise pratik faydalarıdır. Buna rağmen bu iki alanda da paradigma dönüşümüne yol açacak çalışmalar ortaya çıkamamıştır. Ayrıca Takiyüddîn al-Râşıd’in gözlemevinin 1580 yılında ulamanın aklı ile devletin resmi donanması tarafından yok edildiği de akıldan çıkarılmamalıdır.
Yazının başında örneğini verdiğim felsefeye yönelik yasaklama çabası, böyle bir coğrafyada Osmanlı toplumunda yaşanmıştır. Aslında Osmanlı’ya gelindiğinde felsefenin ışığı çoktan sönmüş ve iyice kısırlaşmıştı. Yaşanılan tüm siyasi çalkantıların üzerine 11.YY’da Haçlı Seferleri, 13.YY’da da Moğol İstilaları gelince, bölge kültürel anlamda çöle dönmüştür. Bilim Tarihçisi Ekmeleddin İhsanoğlu’nun Osmanlı Bilim Mirasını anlattığı kitabında medresede felsefe yapmanın ne kadar zahmetli bir eğitim sorunu olduğunun örnekleri verilmeye çalışılmaktadır. Gerçi İhsanoğlu bu örneklere rağmen felsefenin (özellikle matematik ve mantık alanında) medreseden tamamen kopmadığını açıklamaya çalışmakla birlikte, aşağıdaki tespiti de açık yüreklilikle yapmaktadır:

“Yukarıdaki tartışmaların sonucu ne olursa olsun, adı geçen iki medresenin vakfiyelerinde felsefe okutulmasını yasaklayan hükümlerin bulunması, medreselerin eğitim faaliyetinde değişik bilimlerin yer alması konusunda muhafazakâr bir tutumun mevcudiyetini açıkça ortaya koymaktadır. Makdisi’nin ‘gelenekçiler’ olarak adlandırdığı muhafazakârlar, din bilimleri ve onları öğrenmeye yardımcı derslerin tahsili için gerekli dil, edebi bilim dallarının dışında kalan konularda ders verilmesine kesinlikle karşıydılar. Umur Bey ve II.Murad gibi medrese kurucuları ve onların çevresindeki bilim adamları, bu konuların medreselerde okutulmasına muhalefet eden muhafazakâr çevrenin etkisi altında kalmıştır.”
Kaynak: Ekmeleddin İhsanoğlu. Osmanlı Bilim Mirası, Mirasın oluşumu, gelişimi ve meseleleri. Cilt 1. Yapı Kredi Yayınları. İstanbul, 2015: 111-112.

Felsefenin öğretilmesi ile ilgili zorluklar günümüzde de fiili olarak da devam etmektedir. İslam toplumları güçlü siyasi aktörlerin ve grupların baskısı altında yönetilmekten 21.YY’da da kurtulamamışlardır. Demokrasinin ve laikliğin nadir örneklerini barındıran ülkemizde bile siyasi yapı sınırlı sayıda kişi ya da grupların önceliklerine göre karar verme alışkanlığını aşamamıştır. Eğitim bu alanların başında gelmektedir. Doğayı, insanı, toplumu tanımasında önemli bir araç olan felsefe ve mantık eğitimi bugün halen temel eğitim içinde ve yükseköğretimde olması gereken yoğunlukta değildir. Aslında günümüzde bırakın felsefeyi doğa eğitimi bile gerektiği gibi verilmemektedir. Son iki yüz yıldır batılılaşma çabaları, felsefeye üniversitede kürsü kazandırmıştır; ancak hepsi bu kadar... Cumhuriyet bilim ve teknolojiye gösterdiği talebi felsefeye göstermemiş, onu dar bir akademik çerçeveye hapsetmiş ve topluma ulaşmasını çok da istememiştir. Nizamülmülk’ten beri devleti yönetenlerin yüksek idealleri, felsefi düşüncenin kurumsallaşması ve yaygınlaşmasında aşılamayan bir engel olmuştur. Toplumda yaygın olarak örgütlenmiş olan dini aklın, siyasi güçle yaptığı koalisyon eğitimi, felsefe ve bilimsel önceliklere göre değil dini idealara göre şekillendirilmiştir. Yani tarih boyunca halkları yöneten şef ve büyücü ikilisi, sahnedeki rolünü korumayı başarmıştır.  
Öte yandan içinde bulunduğumuz çağın diğerlerinden çok daha ayrı bir yönü bulunmaktadır. 20.YY’da hiçbir siyasi otorite bilim ve teknolojiyi görmezden gelme ayrıcalığına sahip değildir. Bu alanlarda geride kalmanın en dramatik sonuçları savaş ve sağlık alanında yaşanmaktadır. Bu nedenle bütün siyasi aktörler ülkelerinde bilim ve teknoloji alanına yatırım yapmaya çalışmaktadırlar.
Ülkemizde modernleşme çabalarının hepsinde eğitim sistemini güçlendirmeye çalışılmıştır. Tüm iktidarlar yeni üniversiteler ve okullar açma konusunda yadsınamaz bir gayret içinde olmuşlardır. Öte yandan büyük oranda ortaklaştığı nokta felsefeye ve düşünmeye olan duyarsızlıklarıdır. İktidarların büyük çoğunluğu bilim ve özellikle de teknolojinin gelişmesini isterken, ürünlerin sanayi ile sınırlı kalmasını yeterli görmektedirler. Üniversite-sanayi işbirliği söylemi çerçevesinde akademinin görevi, bu işbirliğinin gerektirdiği insan gücünü ve bilgiyi üretmekle sınırlandırılmaktadır. Bu da üniversiteyi tarihsel değerlerinden ve görevlerinden koparmakta ve teknisyen üreten bir okula dönüştürmektedir. Yetişen personel kendisinden istenilen uzmanlık alanıyla sınırlı kalmalı ve rolüne razı olmalıdır. Bu kapsamda üniversitede kürsü edinmiş felsefe bile bir kendi içinde bir uzmanlık alanı rolü oynamalıdır. İronik olarak sanki bu topraklarda ortaya çıkan felsefi düşünce hiç yokmuş gibi bilim yapılmaya ve teknoloji üretilmeye çalışılmaktadır.
Oysa felsefe bütün bilim alanlarının üzerinde yer alan düşünce sistemidir. Günlük hayatta bilim insanlarının felsefedeki her tartışmayla uğraşmalarına gerek yoktur. Bilim insanı bilimini yapar; ancak düşünce zenginliği de felsefeyle temel düzeyde de olsa tanışmayı gerektirir. Felsefe, bilim insanını laboratuvarında, kliniğinde, sahasında olguların içinde yaşadığı tikel dünyadan tümele yani kavrama taşır. Kavram düzeyinde bakabilen bilim insanı ise içinde bulduğu doğayı bütün olarak görebilme ve nedensellik ağını daha güçlü bir şekilde kurgulayabilme zenginliğine ulaşır. Evrenseli okuyabilen bir bilim insani teknisyen vasfından kurtulur ve tikel olgulara daha farklı bir pencereden bakabilme ayrıcalığına kavuşur. Kavramsal düşünebilen bilim insanı artık salt teknisyen değil özgür bir filozoftur. Yaratıcı gücünün ise sınırını sadece kendisi belirleyecektir. Bu noktada ise bilim insanı karşılaştığı hakikat ile yüzleşebilecek ve hazmedebilecek bir ahlaki değerlere sahip olabilmelidir ki yolu iyi bir ahlak felsefesi eğitiminden geçmektedir. Hakikatin toplumsal iyilik için kullanılabilmesi ise siyaset felsefesi yoluyla mümkün olabilecektir.
Ülkemizde akademi 2021 yılında halen felsefesiz ve düşünemeden yoluna devam etmeye çalışmaktadır. Felsefi aklın boşluğunu ise 50 yıldan fazladır dini akıl ve eğitim karşılamaya çalışmaktadır. Geriye baktığımızda yüzyıllık akademi deneyimimizin bırakın içinde bulunduğumuz dünya ile rekabet etmeyi bin yıl önceki muadillerinin kopyası bile olamadığın görmek son derece acıdır. Felsefesiz dini akıl ile yönlendirilmeye çalışan bilim ve teknolojiden yaratıcı düşünce çıkmamaktadır. Zaten çoğu da yaratma kavramını kullanmaya bile tahammül edememektedir ya...
Ülkemizde aklın hem bireysel hem de kurumsal düzeyde yaşadığı çağ ile temas edebilen nadide örnekleri her dönemde yetişebilmiştir. Ancak binlerce yıllık şef büyücü ortaklığı tarihsel konumunu terk etmemiş sahaya çıkan örnekleri boğmak için elinden geleni yapmış ve yapmaktadır. Sayıları az da olsa; örgütlü bir güçleri olmasa da; toplum onlardan haberdar olmasa da; ömürleri kısa da olsa bu nadide çiçekler her daim var olmaya devam etmişlerdir. Görünen o ki gelecekte de var olmaya devam edeceklerdir... 

Coşkun Bakar, Hekim, Halk Sağlığı Uzmanı, Prof.Dr.

Yorumlar