“Ben her
kişinin kendi çalışmasında yapması gerekeni yaptım:
Öncellerin başarılarını minnettarlıkla karşılamak, Onların yanlışlarını ürkmeden doğrultmak, kendisine gerçek olarak görüneni gelecek kuşağa ve sonrakilere emanet etmek.”
Öncellerin başarılarını minnettarlıkla karşılamak, Onların yanlışlarını ürkmeden doğrultmak, kendisine gerçek olarak görüneni gelecek kuşağa ve sonrakilere emanet etmek.”
el-Birûnî(ö.1048) Fuat Sezgin. İslam’da Bilim ve Teknik Cilt 1: Arap-İslam Bilimleri Tarihine Giriş. TÜBA Yayınları No:14, Ankara, 2015: s.1.
Felsefe insan aklının en kadim ürünleri arasında yer
almaktadır. MÖ. 6 YY. içinde üzerinde yaşadığımız coğrafyada geleneksel
inançların açıklamalarını akıl yoluyla sorgulamak kaygısıyla doğmuş olup,
günümüzde de devam eden varlığını bu bakış açısına borçludur. Aynen Birûnî’nin
de söylediği gibi felsefi akıl öncüllerin düşüncelerini karşılar, onlarda
gördüğü yanlışları korkmadan sorgulayarak oluşturduğu kendi düşüncesini gözden
geçirmeleri için gelecek kuşaklara emanet eder. Bu sistem insanlık tarihinin en
önemli keşif ya da icatlarından birisidir. Keşiftir çünkü insan bu sayede aklının
sınırlarını fark eder; icattır geliştirdiği yöntem yeni kapıları aralamasını
sağlayan bir araçtır.
Bu noktada öncüllerin düşüncelerini karşılayabilmek geçmişle temas kurmayı gerektirirken, bizim yaptıklarımız ise geleceğe mesaj anlamındadır. Bu sürecin kopmadan sağlanabilmesi bilginin korunabilmesi ve aktarılabilmesini zorunlu kılmaktadır. Günümüzde yarattığımız elektronik sistemlerle sanki çok kolaymış gibi görülen bu bağlantı tarih boyunca birçok zorluklarla sürdürülebilmiştir.
Sümer toplumlarından itibaren kentler bu anlamda çok önemli bir yere sahip olmuştur. Bu kentlerden birisi de kadim Yunan felsefe ve geleneğini Ortaçağ kentlerine aktarmayı başaran Cundişâpûr’dur. Günümüzde felsefeyle uğraşan kişilerin bile hatırlamadığı Cundişâpûr özellikle tıp, fizik, matematik(Hint ve Yunan), astronomi bilimlerinin Bağdat ve sonrasındaki Arap-İslam kentlerine ulaşmasında belirleyici olmuştur.
Bugün İran sınırları içinde bulunan Cundişâpûr, Sümer döneminde Elam, Huzistan ve Arap kaynaklarında ise Ahvâz olarak isimlendirilen bölgede yer almaktadır. Elam Mezopotamya’da yer almamakla birlikte bölgenin tarihinde önemli bir yere sahip olmuş olup, birçok medeniyetin etkisi altına girmiştir.
Cundişâpûr’un kaderini Sasaniler ile Roma İmparatorluğu arasındaki mücadele belirlemiştir. MS. 259 yılında I.Şapur Edessa bölgesinde Roma İmparatoru Valerianus’u ve ordularını yenilgiye uğratarak esir almıştır. Bu olay Cundişâpûr’un kaderinde önemli bir rol oynamıştır. I.Şapur esirleri, Huzistan bölgesinde Sus ve Hamedan şehirleri arasındaki bölgeye yerleştirmiştir. Cundişâpûr olarak isimlendirilen bu bölgeye sadece savaş esirleri değil, zanaatkârlar, işçiler ve ilimle uğraşanlar da yerleşmiştir. Farklı yorumları olan bu hikâyenin sonucunda Cundişapur’daki felsefe macerası başlamıştır. Şehrin en önemli özelliği farklı etnik ve dini gruplara ev sahipliği yapabilmesidir. Bugünkü anlamda kozmopolit tanımını karşılayan bir yapısı bulunmaktadır. Bu gruplar içinde batıdan gelen Roma, Yunan ve Süryani kökenli düşünürler felsefenin Bağdat’ta daha sonra kurulacak olan Beyt’ül Hikme’ye naklinde belirleyici rol oynayacaktır. Özellikle Halife Mansur’u tedavi etmek amacıyla 762 yılında Bağdat’a gelen Cundişâpûr akademisi baş tabibi Cürcis b. Cabrail Buhtişu kütüphanesini de getirerek Beyt’ül Hikme’nin ilk tohumlarını atacaktır. Yunan aklının Cundişapur’a kadar ulaşmasında 325 İznik, 431 Efes ve 451 Kadıköy konsilleri ile 529 yılında siyasi ve dini gerekçelerle Atina Akademisinin kapatılması belirleyici rol oynayacaktır. Roma'da siyasi otorite, güçlenmeye başlayarak imparatorluğu esir alan dini otoritelere yaslanarak yüzlerce yıldır ev sahipliği yaptığı felsefeyi boğmaya kalkmıştır. Roma’nın üstüne Hıristiyanlık doğmuştur; artık insan aklının bu dinin sınırları içinde düşünmesi istenmektedir. Doğal olarak bu sınırlarda yaşamayı kabul etmeyecek olan aklın yeni yurdu, önce Sasani sonra da Abbasilerden başlayarak Arap-İslam toprakları olacaktır.
Şehrin yazıya konu olan önemli tarafı Medresesidir. Erken dönem medreselerin ilk örneklerinden olan Cundişâpûr Medresesi’nin tam olarak ne zaman faaliyete geçtiği bilinmemektedir. Ancak I.Şapur’un şehre getirdiği savaş esirleriyle birlikte başladığı tahmin edilmektedir. Bu Medresenin kapısında “Bilgi ve fazilet, kılıç ve pazudan üstündür” ifadesinin yer aldığı söylenmektedir. Medrese faaliyetlerinin başlamasında bu ilk dönemde tabiplerin ayrıcalıklı bir tarafı bulunmaktadır. Tabipler benzer şekilde Medresenin birkaç yüzyıl sonra Bağdat’a taşınmasına aracılık edeceklerdir. Dönemin hekimleri günümüzün tıp doktorlarından farklı kimlikleri bünyesinde barındırmaktaydılar. Tarım toplumu öncesindeki küçük kabilelerdeki büyücü-şifacı geleneğinden gelen tabiplik mesleği bir yanıyla doğayla ilgilenirken, Galenos’un takipçisi olan Antik Dönem ve Orta Çağ tabipleriyle birlikte doğa, şifacılık ve felsefeyle de ilgilenmekte olup, günümüz düşünce tarihine katkıları oldukça büyük olmuştur. Cundişâpûr’un da ismi II.Şapur zamanında Yunanlı tabip ve filozof olan Theodoros’un gelmesiyle duyulmaya başlanmıştır. Medresenin temel kaynakları Galenos, Aristoteles ve Platon olmuştur. Bu üç isim günümüze kadar bilim dünyasında en fazla etkisi olan filozoflar arasında yer almaktadır. Burada bir diğer önemli noktada Sasani sultanlarının felsefeye olan ilgisidir. Gerçi Orta Çağda felsefenin yaşamasını sağlayan etki çoğunlukla sultanların desteği olmuştur. I. ve II.Şapur dönemlerinde kurulan medrese özellikle I.Hüsrev’in felsefeye olan özel ilgisi ile itibar kazanmıştır. Hüsrev’in bu ilgisi 529 yılında Atina Akademisinin kapanmasıyla Damascius, Siplicius, Eulamius, Priscianus gibi filozofların Cundişâpûr’a sığınmasını sağlamıştır. Sultanların felsefeye olan ilgisi bu bölgede zengin bir olanak sağlarken, bu ilginin kesilmesi bazen de düşmanca tarafa savrulması zamanla bu bölgede felsefe ve bilime olan ilginin kaybolmasına neden olacaktır.
İnsanlık ürettiği düşünceyi Mezopotamya topraklarından itibaren çoğaltarak günümüze kadar gelmesini bilmiştir. Bunu yaparken de Biruni’nin de söylediği gibi önce eskilere bakmış sonra da kendi sözlerini söylemiştir. Atina, İskenderiye, Cundişâpûr, Bağdat, Kurtuba, Paris, Oxford ve Boston gibi kentlerde yaşanılan tam da budur. Felsefe, bilim ve düşünceye olanak sağlayacak alt yapı olduğunda insan aklı yeni düşünceler yaratma konusunda dünyanın hiçbir yerinde geride kalmamıştır.
Beşinci ve altıncı yüzyılda başlayan ve dokuzuncu yüzyıldan itibaren zirve yapmış görüntüsü veren felsefe ve bilim merakı bu coğrafyada sınırlı sayıda elit bir entelektüel aydının özel uğraşısından daha ileriye de gidememiştir. Toplumun geneli ve sultanların büyük çoğunluğu felsefeden habersiz yaşamışlardır. Bu durum günümüzde de etkisini canlı olarak sürdürmektedir.
Bu noktada öncüllerin düşüncelerini karşılayabilmek geçmişle temas kurmayı gerektirirken, bizim yaptıklarımız ise geleceğe mesaj anlamındadır. Bu sürecin kopmadan sağlanabilmesi bilginin korunabilmesi ve aktarılabilmesini zorunlu kılmaktadır. Günümüzde yarattığımız elektronik sistemlerle sanki çok kolaymış gibi görülen bu bağlantı tarih boyunca birçok zorluklarla sürdürülebilmiştir.
Sümer toplumlarından itibaren kentler bu anlamda çok önemli bir yere sahip olmuştur. Bu kentlerden birisi de kadim Yunan felsefe ve geleneğini Ortaçağ kentlerine aktarmayı başaran Cundişâpûr’dur. Günümüzde felsefeyle uğraşan kişilerin bile hatırlamadığı Cundişâpûr özellikle tıp, fizik, matematik(Hint ve Yunan), astronomi bilimlerinin Bağdat ve sonrasındaki Arap-İslam kentlerine ulaşmasında belirleyici olmuştur.
Bugün İran sınırları içinde bulunan Cundişâpûr, Sümer döneminde Elam, Huzistan ve Arap kaynaklarında ise Ahvâz olarak isimlendirilen bölgede yer almaktadır. Elam Mezopotamya’da yer almamakla birlikte bölgenin tarihinde önemli bir yere sahip olmuş olup, birçok medeniyetin etkisi altına girmiştir.
Cundişâpûr’un kaderini Sasaniler ile Roma İmparatorluğu arasındaki mücadele belirlemiştir. MS. 259 yılında I.Şapur Edessa bölgesinde Roma İmparatoru Valerianus’u ve ordularını yenilgiye uğratarak esir almıştır. Bu olay Cundişâpûr’un kaderinde önemli bir rol oynamıştır. I.Şapur esirleri, Huzistan bölgesinde Sus ve Hamedan şehirleri arasındaki bölgeye yerleştirmiştir. Cundişâpûr olarak isimlendirilen bu bölgeye sadece savaş esirleri değil, zanaatkârlar, işçiler ve ilimle uğraşanlar da yerleşmiştir. Farklı yorumları olan bu hikâyenin sonucunda Cundişapur’daki felsefe macerası başlamıştır. Şehrin en önemli özelliği farklı etnik ve dini gruplara ev sahipliği yapabilmesidir. Bugünkü anlamda kozmopolit tanımını karşılayan bir yapısı bulunmaktadır. Bu gruplar içinde batıdan gelen Roma, Yunan ve Süryani kökenli düşünürler felsefenin Bağdat’ta daha sonra kurulacak olan Beyt’ül Hikme’ye naklinde belirleyici rol oynayacaktır. Özellikle Halife Mansur’u tedavi etmek amacıyla 762 yılında Bağdat’a gelen Cundişâpûr akademisi baş tabibi Cürcis b. Cabrail Buhtişu kütüphanesini de getirerek Beyt’ül Hikme’nin ilk tohumlarını atacaktır. Yunan aklının Cundişapur’a kadar ulaşmasında 325 İznik, 431 Efes ve 451 Kadıköy konsilleri ile 529 yılında siyasi ve dini gerekçelerle Atina Akademisinin kapatılması belirleyici rol oynayacaktır. Roma'da siyasi otorite, güçlenmeye başlayarak imparatorluğu esir alan dini otoritelere yaslanarak yüzlerce yıldır ev sahipliği yaptığı felsefeyi boğmaya kalkmıştır. Roma’nın üstüne Hıristiyanlık doğmuştur; artık insan aklının bu dinin sınırları içinde düşünmesi istenmektedir. Doğal olarak bu sınırlarda yaşamayı kabul etmeyecek olan aklın yeni yurdu, önce Sasani sonra da Abbasilerden başlayarak Arap-İslam toprakları olacaktır.
Şehrin yazıya konu olan önemli tarafı Medresesidir. Erken dönem medreselerin ilk örneklerinden olan Cundişâpûr Medresesi’nin tam olarak ne zaman faaliyete geçtiği bilinmemektedir. Ancak I.Şapur’un şehre getirdiği savaş esirleriyle birlikte başladığı tahmin edilmektedir. Bu Medresenin kapısında “Bilgi ve fazilet, kılıç ve pazudan üstündür” ifadesinin yer aldığı söylenmektedir. Medrese faaliyetlerinin başlamasında bu ilk dönemde tabiplerin ayrıcalıklı bir tarafı bulunmaktadır. Tabipler benzer şekilde Medresenin birkaç yüzyıl sonra Bağdat’a taşınmasına aracılık edeceklerdir. Dönemin hekimleri günümüzün tıp doktorlarından farklı kimlikleri bünyesinde barındırmaktaydılar. Tarım toplumu öncesindeki küçük kabilelerdeki büyücü-şifacı geleneğinden gelen tabiplik mesleği bir yanıyla doğayla ilgilenirken, Galenos’un takipçisi olan Antik Dönem ve Orta Çağ tabipleriyle birlikte doğa, şifacılık ve felsefeyle de ilgilenmekte olup, günümüz düşünce tarihine katkıları oldukça büyük olmuştur. Cundişâpûr’un da ismi II.Şapur zamanında Yunanlı tabip ve filozof olan Theodoros’un gelmesiyle duyulmaya başlanmıştır. Medresenin temel kaynakları Galenos, Aristoteles ve Platon olmuştur. Bu üç isim günümüze kadar bilim dünyasında en fazla etkisi olan filozoflar arasında yer almaktadır. Burada bir diğer önemli noktada Sasani sultanlarının felsefeye olan ilgisidir. Gerçi Orta Çağda felsefenin yaşamasını sağlayan etki çoğunlukla sultanların desteği olmuştur. I. ve II.Şapur dönemlerinde kurulan medrese özellikle I.Hüsrev’in felsefeye olan özel ilgisi ile itibar kazanmıştır. Hüsrev’in bu ilgisi 529 yılında Atina Akademisinin kapanmasıyla Damascius, Siplicius, Eulamius, Priscianus gibi filozofların Cundişâpûr’a sığınmasını sağlamıştır. Sultanların felsefeye olan ilgisi bu bölgede zengin bir olanak sağlarken, bu ilginin kesilmesi bazen de düşmanca tarafa savrulması zamanla bu bölgede felsefe ve bilime olan ilginin kaybolmasına neden olacaktır.
İnsanlık ürettiği düşünceyi Mezopotamya topraklarından itibaren çoğaltarak günümüze kadar gelmesini bilmiştir. Bunu yaparken de Biruni’nin de söylediği gibi önce eskilere bakmış sonra da kendi sözlerini söylemiştir. Atina, İskenderiye, Cundişâpûr, Bağdat, Kurtuba, Paris, Oxford ve Boston gibi kentlerde yaşanılan tam da budur. Felsefe, bilim ve düşünceye olanak sağlayacak alt yapı olduğunda insan aklı yeni düşünceler yaratma konusunda dünyanın hiçbir yerinde geride kalmamıştır.
Beşinci ve altıncı yüzyılda başlayan ve dokuzuncu yüzyıldan itibaren zirve yapmış görüntüsü veren felsefe ve bilim merakı bu coğrafyada sınırlı sayıda elit bir entelektüel aydının özel uğraşısından daha ileriye de gidememiştir. Toplumun geneli ve sultanların büyük çoğunluğu felsefeden habersiz yaşamışlardır. Bu durum günümüzde de etkisini canlı olarak sürdürmektedir.
Felsefenin doğduğu topraklarda akademi yüzlerce yıldır felsefesiz bilim yapmaya çalışmaktadır. Eminim ki bugün insanların kabullendiği bu paradoks yakın gelecekte felsefeci ve bilim felsefecilerinin önemli tartışma konularından birisi olacaktır. Böylece yüzlerce yıldır düşünce hayatı açısından bir çölden farklı olmayan
Mezopotamya ve Anadolu’da yaşananların nedenselliği daha açık bir şekilde görülebilecektir. Bence bu konu üzerinde düşünmek özgür, doğayla barışık ve refah içinde bir dünyada yaşamayı hayal eden herkesin ödevi olmalıdır…
Kaynak: M.Mahvuz Söylemez. Bilimin Yitik Şehri Cündişapur. Araştırma Yayınları, 2003. Mustafa Demirci. Beytü’l-Hikme. İnsan yayınları, 1996.
Coşkun Bakar, Hekim, Halk Sağlığı Uzmanı, Prof.Dr.
NOT: Bu yazı Ocak 2021 yılında Çanakkale Troia Dergisinin Nisan sayısının 38-39. sayfasında basılı olarak yayınlanmıştır...
Yorumlar