FELSEFE-BİLİM VE İKTİDAR İLİŞKİSİ ÜZERİNE BİR DENEME…

"Hakikat daima toplumların kendilerini oluşturmak amacıyla ürettikleri masalların eleştirisiyle başlamıştır. Bilimin başlangıcı bu şekildedir. Tanrılar hakkında konuşurken doğa hakkında konuşmaya başlanılmıştır” 
Dücane Cündioğlu. Teke tek Bilim Programı, Fatih Altaylı, Habertürk TV Kanalı; 18.10.2020
 
İnsan bazı açılardan diğer canlılardan farklılaşmaktadır. O da tüm canlılar gibi biyolojik olarak yaşamak ve türünü çoğaltmak gayreti içindedir. Tüm hayvanlar gibi hareket edebilmekte ve avlanabilmektedir. Bazı hayvanlar gibi alet kullanabilmektedir. Ancak hiçbir hayvanda bulunmayan tarafı ussal yanıdır. Bu özelliği ona etrafındaki olayları açıklama, anlam verme ve kendi gibi olan canlılarla paylaşabilme gibi türsel arazları kazandırmaktadır. Böylece diğer hayvanların yapamadığı ölçüde toplumsal yaşam becerisi, çevresini düzenleme kabiliyeti ve hükmetme ayrıcalığına sahip olabilmiştir. İşte bu noktada ussal üstünlüğü sayesinde geliştirdiği düşünsel nitelikleri ile dünyayı açıklamakta, anlam vermekte ve onun üzerinde hâkimiyet kurmaktadır. Felsefe-bilim, din ve siyaset gibi faaliyetler bu türsel arazlarının bir sonucudur.
Ben birçok durumda olduğu gibi bu olaya da tarihsel süreç içinden bakmak gerektiğini düşünüyorum. Burada bahsedeceğim iki nokta var; birincisi iktidar ve bilim-akademi- ilişkisi, ikincisi ise bilimsel ile diğer düşünce sistemlerinin gelişim basamakları ile birlikte oluşan sınıfların arasındaki sosyal ilişkilerdir. İktidar, bilim ve inanç(din) ilişkisinin kökenlerini kabile toplumundan itibaren aramak gerektiğini düşünmekteyim. İlksel dönemlerden gelen bir kabileye baktığınızda üç temel yapı görürsünüz, şef-büyücü-halk(toplum). Bunlardan şef iktidardır, kabileyi yönetir; ancak bunun için toplumun onayını alması gerekmektedir. Onay için de kendisini destekleyen, topluma şefin kurallarının kutsal olduğunu söyleyecek olan büyücüdür. İlksel toplumun büyücüsünün işlevini günümüzün akademisi yürütmektedir. Büyücü, daha sonra şaman, rahip gibi isimlerle anılan kişidir. Bu kişinin iki işlevi bulunmaktadır. Bunlardan birisi gizemli ve mistik konuları yönlendirmek; diğeri de doğa ile olan ilişkileri açıklamaktır. Her ikisinin de başlangıçta büyüye dayanan mistik bir yanı olmakla birlikte doğayla ilgili olan tarafı ilksel toplumdan sonra gelişecek bilimsel düşünmenin tohumlarını attığı görülmektedir. Büyücünün mistik yanı teoloji ile uğraşırken(Tanrı üzerine söz söyleyenler), doğayla ilgili tarafı hekimlik, astronomi ile(doğa üzerine söz söyleyenler) uğraşmaktadır. Bir yandan hasta olanlara şifa sağlamaya çalışırken, bir yandan gökyüzünün gizemlerine göre yeryüzünü yönlendirmektedir. Bu uğraşının sonu tarımla uğraşan ve yerleşik düzende yaşama becerisi gösterebilen her toplumda takvim gibi önemli ürünleri de sağlamıştır. Kabilenin büyücüsü daha karmaşık toplumlarda sarayın hemen yanı başında konumlanacak olan tapınaktaki yerini alacaktır. İktidar desteği ile sağlamlaşacak gücü binlerce yıl okuyan yazan herkesin kendi çatısı altına yerleşmesini sağlayacaktır. Böylece bilgi üzerinde günümüze kadar uzanacak şef, büyücü üstünlüğü kurulacak; bu iki sınıf topluma ihtiyacı olanı yerine, kendi iktidarlarının varlığı için gerekli olanı sunacaklardır. İlksel dönemlerde zaman zaman büyücüler şefle bir olmuştur ki bunlar Tanrı krallar olarak isimlendirilmiştir. Aslında çoğu zaman şef kendisi olmadıysa bile büyücüyü bir şekilde yönetmeyi başarmış; bir yandan inanç sistemi, öte yandan doğaya bakan adamlar üzerinde hâkimiyet kurarak ilaç, silah, takvim ya da teknoloji gibi ürünler üretmesini sağlamıştır. Bu ilişki ilksel kabile toplumlarından itibaren başlamış olup kurumsal devlet ve din yapıları içinde günümüze kadar bir şekilde evrimleşerek gelmiştir. Zamanla farkı da şu olmuştur; devlet ortaya çıktıkça sistem karmaşıklaşmış ve farklı kurumlarla temsil edilebilir hale gelmiştir. Örneğin Ortaçağ Hıristiyan Avrupa'sında büyücü Papalık görünümüyle kralın üzerine çıkmış ve manastırlarda eğitim dâhil birçok sistemi yönlendirirken; benzer dönemin Müslüman coğrafyasında ise büyücü ancak sultanın hâkimiyetinde ve onayında yaşayabilmiştir. Bu dönemde eğitim ise medrese sistemi içinde varlığını sürdürmüştür.
İşte insanının kendi eliyle yarattığı düşünce sistemi de tam bu noktaya paralel gelişmektedir. Bundan sonra bahsedeceğim söz ve bilim sanatlarının gelişimini izlemek için Platon, Aristoteles, Porfiryus, Farabi, İbn-i Sina, Gazali, Ebheri gibi düşünce adamlarının kaynaklarına bakabilirsiniz. Büyücünün ortaya çıktığı yerde düşünce sanatlarının ilki diyebileceğimiz poesis, şiir gibi sanatlar başlıyor. Burada gördüğümüz yaşanılan olayların ozanlar tarafından şiirsel bir sözle anlatılmasıdır. Bunu retorik (belâgat) sanatı izler ki siyaset arenasında yürütülen söz sanatıdır. Retoriği cedel yani diyalektik takip eder. Buradaki fark artık diyaloglara geçilir, karşılıklı tartışma bulunmaktadır. Özellikle Sokrates ve Platonla birlikte hayatımıza girmiştir. Buraya kadar olan söz sanatlarının hepsi muhataplarını ikna yöntemine dayalı olup içinde doğru -hakikatin- olması gerekmez. Genelde siyaset de bu dili kullanır. Bundan sonra gelen ise Aristoteles ile birlikte hayatımıza girmiş olan apodeiktik ya da burhana dayalı söz sanatı olup artık ikna değil ispat devreye girer ki felsefi düşünce başlar. Dolayısıyla filozof (19. yy ile birlikte bilim insanı) burhani yöntemi kullanarak gerçekliği arar ve ancak kanıtlar karşısında fikrini değiştirir. Bu yöntem sürekli sorgular, kanıtlar arar ve en önemlisi analitik düşünme yöntemiyle çelişkileri görebilir. Zaten hakikati aramak çelişkileri görebilmek ile başlar. Çelişkiyi görebilmek, nedenlerini analitik düşünce yöntemiyle sorgulamak, dünya üzerinde her türlü hakikati aramanın en geçerli yoludur. İnsan bu yöntem sayesinde doğayı yine doğaya bakarak açıklamayı başardığı gibi hayatını kolaylaştırabilecek birçok teknolojik ürünü de üretmeyi başarabilmiştir.
İşte bilim insanı ile siyasetçinin farkı burada söz konusu oluyor. Siyaset hakikati değil kendince iyiyi faydalıyı aramaktadır. Onun derdi iktidarda geçirdiği süreyi bedeli ne olursa olsun uzatmaktır. Bu nedenle çelişkileri göremez ya da görmek istemez. Dünyayı kendi hayalindeki gibi düzenlemeye çalışır. Bunun için de ikna yöntemi kullanır. Olmazsa güç kullanmaya başlar. Bu güç kullanımı esnasında yaptıklarını topluma açıklamak ve kabul edilebilirliğini arttırmak için her zaman büyücüye ihtiyaç duyar. Güç, para, makam, konforlu yaşam olanakları sayesinde çoğu zaman büyücüyü kontrol altına alır. Nadir de olsa bazı büyücüler bu dünyasal olanaklara aldanmaz. Ancak onları yok etmek çok zor değildir. Genelde aykırı olan bu insanları sistem dışına atarlar ya da tamamen yok ederler. Onları toplum karşısında itibarsızlaştırırlar. Bu noktada toplum ne yapar? Çoğunlukla sessizce izler; olanlara karışmamaya çalışır. Kendi küçük günlük yaşamının konforunu düşünür. Ancak zamanla bir şeyler olur ve bu yok edilen itibarsızlaştırılan büyücüler de efsaneye döner. Örnek mi istiyorsunuz? En popülerlerden birisini size verebilirim; Sokrates…

Naçizane yazmaya çalıştığım bu tarihsel deneme yazısı içindeki düşüncelerimi besleyen Sayın Dücane Cündioğlu'nun seminerleridir. Onu atıf yapmadan yazıyı bitirmek kendisinden öğrendiklerimi düşününce, büyük saygısızlık olacaktır.

 Coşkun Bakar, Hekim, Halk Sağlığı Uzmanı, Prof.Dr.

NOT: Bu yazı Ocak 2021 tarihinde Çanakkale Troia Dergisinin 27-28. sayfasında basılı olarak yayınlanmıştır...

Yorumlar