“En hakiki mürşit ilimdir” diye
söylemişti ve “Ben, manevi miras olarak hiçbir ayet, hiçbir dogma, hiçbir donmuş
kalıplaşmış kural bırakmıyorum” diye de eklemişti, bu dünyayı bırakıp
sonsuzluğun içinde kaybolurken. Askeri eğitim alan ve hayatının büyük bir kısmı
olağan dışı koşullarda geçen bir insan niçin böyle demişti, üzerine hiç
düşünülmüş müdür acaba? Yeterince düşünülebilmiş olsaydı belki bugün içinde
bulunduğumuz çelişkilerle daha az boğuşuyor olurduk. Kim bilir!
Bu sözler üzerinde düşünebilmek için son birkaç yüzyılda yaşanılan olayları şöyle bir gözden geçirmek gerekmektedir. Niyazi Berkes’in yazdıkları bu konuda yolumuzu aydınlatabilecek niteliktedir.
On dokuzuncu yüzyılın başlarında Osmanlı – Rus savaşı hakkında yazan Comte Constantin François de Volney “Türk-Rus Savaşı Üzerine Düşünceler” adlı kitabında yaşanılan yenilgi için şöyle bir yorum yazmıştır: “Kendilerinin dışında her şeye düşman, kendini beğenmiş, fanatik bir millettirler. Son savaşın sonuçları kendilerini şaşırtmıştır, fakat ne bunun nedenlerini anlayabilecek, ne de çarelerini uygulayabilecek kabiliyetleri vardır… Zayıf taraflarını göremeyecek kadar mağrur, bilginin üstünlüğünü anlayamayacak kadar cahildirler…” (Niyazi Berkes, Türkiye’de Çağdaşlaşma. Yapı Kredi Yayınları. s:85)
Niyazi Berkes’in
Türkiye’de Çağdaşlaşma eserinde 19.YY başlarında İstanbul’u ziyaret eden
batılılar gördüklerini şöyle ifade ediyorlardı: “Cahillik halk yığınlarını aşmış,
ulemayı ve devlet adamlarını da içine almıştı. Halk yığınları gibi bunlar da ne
İslam ilmini ne de modern fenleri biliyorlardı. Ulemanın bilgi kaynaklarından
birisi olan akıl ile öteki bilgi kaynağı olan nakil arasında artık bir fark
kalmamıştı. Ezbercilik yüzünden ikisi de tarihsel anlamları bilinmeden
tekrarlanan gelenek bilgileri olmuştu.” (Niyazi Berkes, Türkiye’de Çağdaşlaşma. Yapı Kredi
Yayınları. s:180)
Osmanlı Devleti ömrünün son yüzyılının başlarında
akıbetini anlamış ve çağdaş dünyaya entegre olabilmek ve rekabet edebilmek için
reform çabası içine girmişti. Ordu, mühendishane, tıbbiye ve bürokrasi başta
gelen müdahale alanları arasındaydı. Ancak bir sorun vardı bu okullarda eğitim
görmek ve bürokraside kâtiplik yapmak için yeterli sayıda müslüman okuryazar
bulmak oldukça çetrefilli bir işti. Durum o kadar kötüydü ki yeni okullara
gelen öğrencilere ilköğretim kursları açılması gerekmekteydi. Eğitim reformu
için 1838 yılında bir çalışma yapıldı ve bir rapor sunuldu: “Bütün
sanatlar ve hirfetler bilim ile meydana gelir. Dinsel bilgiler insanı ahirette
kurtuluşa hazırlayan bilgiler olduğu halde, fenler insanoğlunun dünyadaki
hayatını gelişmesine yarar. Örneğin, astronomi bilimi denizlerdeki gemilerin
seferlerini kolaylaştırmaya, ticareti geliştirmeye yarar. Matematik bilimi
savaş işlerinin, militer idarenin düzenlenmesini sağlar. Buhar gibi yeni ve
yararlı araçların sanat ve hirfetlerin yapımında getirdiği kolaylıklar hep
çağdaş bilimlerin ürünüdür… Halkı cahil olan ülkelerde kazanç ve kâr
sağlanamaz, pratik olarak meydana getirdikleri sanayi ilerlemez. Cahil insanlar
ve devletin yurtseverliğinin ne olduğunu bilmezler. Bir devlette bilimlerin ve
ihtisaslaşmanın öteki bütün amaç ve özlemlerin başında geldiğine şüphe yoktur.” (Niyazi
Berkes, Türkiye’de Çağdaşlaşma. Yapı Kredi Yayınları. s:181)
Tüm bunlara rağmen, Osmanlı Devleti son yüzyıl
içinde tarih akışını geri çevirmek amacıyla elinden gelen gayreti göstermiş ve üzerindeki
ölü toprağını atamasa da silkelemiştir. Antik çağın en önemli mirası olan
felsefeyi 14-15.YY’dan itibaren medresesinden çıkaran İmparatorluk uleması
zamanla sadece fıkıh ve dini konulara öncelik vermiş ve dünya gündeminden
tamamen kopmuştur. Tıp okulları ve bazı bireysel çabaları saymazsak 19.YY
başlarına kadar İmparatorlukta bilim, felsefe ve düşünsel anlamda yaprak
kıpırdamamıştır. Mimari ve bazıları dışındaki sanatsal çoraklığı sayamıyoruz
bile.
Yenilenme ve bilimsel gündemi yakalamak için gösterilen faaliyetler için mühendishane, tıbbiye ve harbiye öncü olmuş ve karşılığı da bir şekilde alınmıştır. Her üç alanda köklü okullar kurulmuş ve çok önemli insanların yetişmesi için gerekli kültür yaratılabilmiştir. Bu insanlar, tarihsel rolünü tamamlamış olan bir devletin çöküşünü engelleyemeseler de yenisini kurabilmek için kaderlerini batı dünyasının dişleri arasından alabilecek bilgi, beceri, irade ve güce sahip olduklarını verdikleri mücadele ile gösterebilmişlerdir.
İşte yukarıdaki manevi mirasın sahibi kurucu akıl böyle bir ortamda yetişmiştir. Yüzlerce yıllık heybetli bir mirasın hasta adam lakabıyla batı dünyasında alay konusu olduğu bir dönemde, yüzlerini batıya dönmüş ve çağdaş eğitime ulaşabilmişlerdir. Yaşadıkları çelişkileri kaçınılmaz bir kader olarak görmek ve içine kapanmak yerine çağdaş dünyanın literatürünü yakından takip etmişler, sorunlarını güncel yöntemlerle çözmeye çalışmışlardır. Bunun yanında kendi literatürlerini de oluşturmak için azami gayret göstermişlerdir. Bir yüzyıl geçmeden kendi dilini okumakta zorlanan, dünyanın birçok yerinden habersiz olan Osmanlı okuryazarı kabuk değiştirmiştir(Burada sınırlı bir okuryazar kesimden bahsediyorum. Yoksa bu durumun kitleselleştiğini söylemek günümüzde bile çok zordur). 1847 yılında Galatasaray’da bulunan Tıbbiyeyi ziyaret eden MacFarlane, öğrencilerin kendi başlarına kadavra üzerinde çalıştığını görünce, insan cesedi üzerinde çalışmanın İslam dinine aykırı olup olmadığını sorduğunda şu cevabı alır: “İyi de bayım, dini Galatasaray’da aramak pek yerinde olmasa gerek!” (Niyazi Berkes, Türkiye’de Çağdaşlaşma. Yapı Kredi Yayınları. s:181)
MacFarlane’nin anıları dönemin anlayışını ortaya
koymak için çok değerli: “..okulda Paris, Londra ve Viyana’da
bulunabilecek en yeni araçlar vardı. Küçük, fakat iyi bir bitki koleksiyonu,
tabiat müzesi, jeolojik örnekler koleksiyonu, çok yeterli bir tıp kitaplığı,
elektrik aletleri…” “MacFarlane kitaplığı incelediğini, kitapların çoğunun
Fransızca olduğunu söyler; ancak bu kitaplar arasında hiç sevmediği Fransız
Devrimi’ni hazırlayan ünlü materyalist filozofların kitaplarının bulunduğunu ve
okunduğunu gördüğü zaman büsbütün şaşırmıştı. ‘Çoktan beri bu kadar düpedüz
materyalizm kitapları toplayan bir koleksiyon görmemiştim’ der. ‘Genç bir Türk,
oturmuş dinsizliğin el kitabı olan Systeme de la nature’ü okuyordu’ (Baron
d’Holbach’ın ünlü eseri)…” (Niyazi
Berkes, Türkiye’de Çağdaşlaşma. Yapı Kredi Yayınları. s:181)
Tanzimat’la birlikte sınırlı bir çevrede de olsa
dünya ile tanışan yeni gençliğin ardından gelen kuşaklar Cumhuriyet’e kadar bu
geleneği taşımaya çalışmışlardır. Osmanlı okullarında eğitim gören, Avrupa’ya
giden ve Fransızca okuyup yazabilen bu insanlar bilgi ve becerilerinin
maharetini 1919 yılından sonra ülkelerini kurtarıp, yeni baştan kurarak
göstereceklerdir. Hem de yetiştikleri ülkenin eskimiş yönetim biçimini tasfiye
edip yeni bir sistem kurma becerisi de göstererek yapacaklardı bunu. Onların
kurduğu ve bilim dışında manevi miras bırakmadıkları bu devlet 100. yılını
tamamlamak üzeredir.
Acaba geriden gelen nesil bırakılan mirası ne kadar yaşatabildi? Örneğin şu anda ülkemizde yetişen gençlik, teknolojinin imkânına rağmen çağı ile yeterince temas kurabiliyor mu? Teknolojiyi üretiyor mu satın mı alıyor? Bugün her ilde üniversitesi ve her köşesinde lise düzeyinde eğitim kurumu olan ülkemizde bu okullardan mezun olan öğrencileri yukarıda bahsettiğimiz kuşakla kıyaslayabilir miyiz? Sadece İstanbul’da belirli çevrelerin eğitim gördüğü dönemde iki dil okuyup yazabilen Halide Edip’i düşünürsek günümüzde yüzlerce Halide Edip’imiz vardır herhalde…
İstanbul’da tıbbiyenin, Bakteriyolojihane’yi kurarak kendi aşısını ve serumunu üreten hekimleri yetiştirdiği ve bunu savaş yıllarında Ankara’ya aktardığı düşünülürse, herhalde 21.YY’da biz dünyaya aşı ihracatı yapıyoruzdur.
Bu örnekleri arttırabilirim; ancak daha fazlasına gerek yoktur. Bugün ülkemizde insanlarımızın tamamına yakını okuma yazma kabiliyetine sahip olmakla birlikte yabancı dil konusunda çok büyük zafiyetler bulunmaktadır. Birçok eğitimli insanımız, akademisyenimiz, sanatçımız, sporcumuz çok güzel işler yapabilmektedir. Öte yandan kurumsal olarak süreklilik arz eden bir alt yapımız henüz yeterli değildir. Her ilde ve bazı ilçelerde yüzün üzerinde üniversitemiz bulunmaktadır. Ancak çoğunun çağdaş akademinin şartlarını sağladığını söylemek oldukça zordur. Bu akademilerde bireysel olarak dünyayı yakından takip edebilen ve rekabet edebilen yüzlerce insan bulunmaktadır. Fakat akademinin özü bu insanları anlamaktan oldukça uzaktadır. Tıpkı felsefe ve mantık okutmayı siyasi gerekçelerin arkasına saklayarak yasaklayan medreselerin özünün yaşadığı çağ ile bağlantı kurmakta zorlanması gibi.
İmparatorluğun eğitim kurumlarının bu tercihinin sonu çok ağır oldu. Avrupa’da ve Mezopotamya’da bulunan toprakların tamamına yakını kaybedildi. Anadolu ve Trakya ise kaybedilmenin eşiğinden dönüldü. Aslında benzer bir olay beş asır önce İspanya’da yaşanmıştı. Ders alınmalıydı, alınmadı…
Kurduğu topluma bilim dışında bir miras bırakmayan akıl, bu tarihi gerçekliği çok iyi bir şekilde özümsemişti. Kendisi de yüzlerce yıllık bir geçmişi olan İmparatorluğun çöküşünü yaşamış ve çok acılara şahit olmuştu. Balkanlardan, Trablusgarp’a ve Irak içlerine kadar birçok bölgede gördüğü savaştan daha da acı durum cahillikti. İmparatorluk, yüzlerce yıl içinde toplumun büyük kesimlerine okuma yazma bile öğretememiş ve cehaletleri ile baş başa bırakmıştı. Şimdi yeni kurulan Cumhuriyet’in bu kaderi bir daha yaşamaması gerekmekteydi.
Bugün toplumun tamamına yakını okuma ve yazma becerisine sahip, ancak ne kadarı bu becerisini yaşadığı çağ ile temas edebilmek amacıyla kullanabilecek bir durumdadır?
Bu sorunun cevabı üzerine okuryazar olan herkesin kafa yorması gerekir diye düşünüyorum…
Coşkun Bakar, Hekim, Halk Sağlığı Uzmanlı,
Prof.Dr.
Bu sözler üzerinde düşünebilmek için son birkaç yüzyılda yaşanılan olayları şöyle bir gözden geçirmek gerekmektedir. Niyazi Berkes’in yazdıkları bu konuda yolumuzu aydınlatabilecek niteliktedir.
On dokuzuncu yüzyılın başlarında Osmanlı – Rus savaşı hakkında yazan Comte Constantin François de Volney “Türk-Rus Savaşı Üzerine Düşünceler” adlı kitabında yaşanılan yenilgi için şöyle bir yorum yazmıştır: “Kendilerinin dışında her şeye düşman, kendini beğenmiş, fanatik bir millettirler. Son savaşın sonuçları kendilerini şaşırtmıştır, fakat ne bunun nedenlerini anlayabilecek, ne de çarelerini uygulayabilecek kabiliyetleri vardır… Zayıf taraflarını göremeyecek kadar mağrur, bilginin üstünlüğünü anlayamayacak kadar cahildirler…” (Niyazi Berkes, Türkiye’de Çağdaşlaşma. Yapı Kredi Yayınları. s:85)
Yenilenme ve bilimsel gündemi yakalamak için gösterilen faaliyetler için mühendishane, tıbbiye ve harbiye öncü olmuş ve karşılığı da bir şekilde alınmıştır. Her üç alanda köklü okullar kurulmuş ve çok önemli insanların yetişmesi için gerekli kültür yaratılabilmiştir. Bu insanlar, tarihsel rolünü tamamlamış olan bir devletin çöküşünü engelleyemeseler de yenisini kurabilmek için kaderlerini batı dünyasının dişleri arasından alabilecek bilgi, beceri, irade ve güce sahip olduklarını verdikleri mücadele ile gösterebilmişlerdir.
İşte yukarıdaki manevi mirasın sahibi kurucu akıl böyle bir ortamda yetişmiştir. Yüzlerce yıllık heybetli bir mirasın hasta adam lakabıyla batı dünyasında alay konusu olduğu bir dönemde, yüzlerini batıya dönmüş ve çağdaş eğitime ulaşabilmişlerdir. Yaşadıkları çelişkileri kaçınılmaz bir kader olarak görmek ve içine kapanmak yerine çağdaş dünyanın literatürünü yakından takip etmişler, sorunlarını güncel yöntemlerle çözmeye çalışmışlardır. Bunun yanında kendi literatürlerini de oluşturmak için azami gayret göstermişlerdir. Bir yüzyıl geçmeden kendi dilini okumakta zorlanan, dünyanın birçok yerinden habersiz olan Osmanlı okuryazarı kabuk değiştirmiştir(Burada sınırlı bir okuryazar kesimden bahsediyorum. Yoksa bu durumun kitleselleştiğini söylemek günümüzde bile çok zordur). 1847 yılında Galatasaray’da bulunan Tıbbiyeyi ziyaret eden MacFarlane, öğrencilerin kendi başlarına kadavra üzerinde çalıştığını görünce, insan cesedi üzerinde çalışmanın İslam dinine aykırı olup olmadığını sorduğunda şu cevabı alır: “İyi de bayım, dini Galatasaray’da aramak pek yerinde olmasa gerek!” (Niyazi Berkes, Türkiye’de Çağdaşlaşma. Yapı Kredi Yayınları. s:181)
Acaba geriden gelen nesil bırakılan mirası ne kadar yaşatabildi? Örneğin şu anda ülkemizde yetişen gençlik, teknolojinin imkânına rağmen çağı ile yeterince temas kurabiliyor mu? Teknolojiyi üretiyor mu satın mı alıyor? Bugün her ilde üniversitesi ve her köşesinde lise düzeyinde eğitim kurumu olan ülkemizde bu okullardan mezun olan öğrencileri yukarıda bahsettiğimiz kuşakla kıyaslayabilir miyiz? Sadece İstanbul’da belirli çevrelerin eğitim gördüğü dönemde iki dil okuyup yazabilen Halide Edip’i düşünürsek günümüzde yüzlerce Halide Edip’imiz vardır herhalde…
İstanbul’da tıbbiyenin, Bakteriyolojihane’yi kurarak kendi aşısını ve serumunu üreten hekimleri yetiştirdiği ve bunu savaş yıllarında Ankara’ya aktardığı düşünülürse, herhalde 21.YY’da biz dünyaya aşı ihracatı yapıyoruzdur.
Bu örnekleri arttırabilirim; ancak daha fazlasına gerek yoktur. Bugün ülkemizde insanlarımızın tamamına yakını okuma yazma kabiliyetine sahip olmakla birlikte yabancı dil konusunda çok büyük zafiyetler bulunmaktadır. Birçok eğitimli insanımız, akademisyenimiz, sanatçımız, sporcumuz çok güzel işler yapabilmektedir. Öte yandan kurumsal olarak süreklilik arz eden bir alt yapımız henüz yeterli değildir. Her ilde ve bazı ilçelerde yüzün üzerinde üniversitemiz bulunmaktadır. Ancak çoğunun çağdaş akademinin şartlarını sağladığını söylemek oldukça zordur. Bu akademilerde bireysel olarak dünyayı yakından takip edebilen ve rekabet edebilen yüzlerce insan bulunmaktadır. Fakat akademinin özü bu insanları anlamaktan oldukça uzaktadır. Tıpkı felsefe ve mantık okutmayı siyasi gerekçelerin arkasına saklayarak yasaklayan medreselerin özünün yaşadığı çağ ile bağlantı kurmakta zorlanması gibi.
İmparatorluğun eğitim kurumlarının bu tercihinin sonu çok ağır oldu. Avrupa’da ve Mezopotamya’da bulunan toprakların tamamına yakını kaybedildi. Anadolu ve Trakya ise kaybedilmenin eşiğinden dönüldü. Aslında benzer bir olay beş asır önce İspanya’da yaşanmıştı. Ders alınmalıydı, alınmadı…
Kurduğu topluma bilim dışında bir miras bırakmayan akıl, bu tarihi gerçekliği çok iyi bir şekilde özümsemişti. Kendisi de yüzlerce yıllık bir geçmişi olan İmparatorluğun çöküşünü yaşamış ve çok acılara şahit olmuştu. Balkanlardan, Trablusgarp’a ve Irak içlerine kadar birçok bölgede gördüğü savaştan daha da acı durum cahillikti. İmparatorluk, yüzlerce yıl içinde toplumun büyük kesimlerine okuma yazma bile öğretememiş ve cehaletleri ile baş başa bırakmıştı. Şimdi yeni kurulan Cumhuriyet’in bu kaderi bir daha yaşamaması gerekmekteydi.
Bugün toplumun tamamına yakını okuma ve yazma becerisine sahip, ancak ne kadarı bu becerisini yaşadığı çağ ile temas edebilmek amacıyla kullanabilecek bir durumdadır?
Bu sorunun cevabı üzerine okuryazar olan herkesin kafa yorması gerekir diye düşünüyorum…
Kaynak: Niyazi Berkes. Türkiye’de Çağdaşlaşma. (Çev:
Ahmet Kuyaş). Yapı Kredi Yayınları. 20. Baskı. 2014.
Yorumlar