“Nesnel bilimin görgül temeli mutlak değildir; bilim kayaların üzerine hiçbir şey kurmaz. Aslında üzerinde bilimin kuramlarının cüretkâr yapısının yükseldiği yer adeta bir bataklıktır; bilim kazıklar üzerine dikilmiş bir yapıya benzer; kazıklar yukarıdan aşağıya doğru sarkar –ama var olan bir tabana dayanmaz. İşte bu yüzden kazıklar sağlam bir katmana dayandığında, onları daha fazla derine çakmaktan vazgeçmeyiz; ancak kazıkların yapıyı taşıyabileceğimizi düşündüğümüzde, sağlam bir yere dayandıklarını belki kabul edebiliriz; ama yalnızca kısa bir süre için.” Karl R.Popper…
Bilimsel yöntem, içinde
yaşadığımız evreni açıklama yolunda gerçekleştirdiğimiz çabalardan sadece birisidir.
Karl Popper’in de söylediği gibi deneysel yöntem, sanıldığının aksine mutlak
bilgiye ulaşmanın güvenilir bir yolu değildir. Aslında üzerine yıkılmaz binalar
inşa edebileceğimiz sarsılmaz kayalar anlamında mutlak bilgi var mıdır? Bugünkü
bilim anlayışımıza göre yoktur. Deneyimsel olarak mutlak bilgiye ulaşmak mümkün
görünmese bile insan sahip olduğu bazı bilgileri sarsılmaz doğrular olduğunu
hayal etmek ister. Bu noktada ise artık inanç alanı içinde bulunmaktasınız. Bu
alanda düşündüklerinizin deneysel temeli olmasına gerek yoktur. Öyle olduğunu var
saymanız yeterlidir. Öte yandan büyük ihtimalle inancınız sizi yanıltmaktadır.
Sadece farkında değilsiniz. Hatta bu yanılgınız arkasına herhangi bir gücü
almışsa yeni bir bilgi üretmenin yolunu da kapatırsınız. Bu da gelişmenin
önünde ciddi bir bariyerdir. İşte bilim ile inancın farkı bu noktadadır. Birisi
baştan yanılacağını kabul eder ve her düşüncesini gerçeklikle, nesnel
koşullarda sınar ve sonuçlarını açıklıkla duyurur. Diğeri ise kendi
düşüncelerini tartışılmaz olarak doru kabul ederken, hiçbir soru sorulmasına
izin vermez. Hatta soruları ve soranları lanetler…
Bu noktada
hepinizin, bilimin karşısına dini koyduğunuzu görür gibi oluyorum ki son derece
haklısınız. Ancak inanç sadece din demek değildir; bilimin kendisi de çoğu
zaman inanç bataklığına saplanır ve gelişmenin önünde durmakta sakınca görmez.
Tarihimizde bu durumun en tipik örneklerinden birisi de Dr.Ignaz Philip Semmelweis’in yaşadıklarıdır. Dr.Semmelweis, Macar
asıllı Kadın doğum uzmanıdır.
On dokuzuncu
Yüzyılın ortalarında henüz mikroplardan haberdar değildik. Aslında mikroskobu
bulmuş ve bazı küçük canlıları görmüştük; fakat bunların hastalık yapabileceğini
bilmiyorduk. Öte yandan Avrupa ve tüm dünya 19.YY boyunca kitlesel ölümlere de
neden olan büyük salgınlarla mücadele etmeye çalışıyordu. Bu hastalıklardan
birisi de Avrupa’daki hastanelerde görülen ve bazen anne ve bebeklerin üçte
biri ile yarısının ölümüne neden olan loğusa hummasıdır. Bu hastanelerden
birisinde de Dr. Semmelweis çalışmaktadır:
“Temmuz 1846. Gelecek hafta Viyana Hastanesi Doğum Kliniğinde doktor
olarak çalışmaya başlayacağım. Bu klinikte ölen hasta sayısının öğrenince
korktum. Bu ay 208 anneden 36’sı loğusalık ateşi nedeniyle ölmüş. Bir doğum
zatürree kadar tehlikeli…” Semmelweis
(Günlüğünden)
Doktor çalışmaya
başladığı andan itibaren annelerin ölümü ile ilgilenmiştir. Bu konuda bazı
düşünceler olmakla birlikte hiçbiri bilimsel olarak sorgulanabilecek durumda
olmayıp sorun için de çözüm sunmamaktadır. Doktor olayı bilimsel yöntemlerle
ele almış ve sorunun doktorlarının el yıkamamalarıyla ilişkili olduğunu
bulmuştur. Yaptığı müdahale sonucunda da ölümleri belirgin bir şekilde
azaltmayı başarabilmiştir. Ancak bu çalışması ona pahalıya patlamıştır. Hastalıkla
ilgili eski inançlar o kadar sağlam yerinde durmaktadır ki meslektaşları
hastalığın bir insandan diğer insana ve özellikle de elle bulaşacağını kabul
etmemektedirler. Bildiklerinin doğru olduğuna da o kadar emindirler ki, zamanın
bilim dergilerinden birisi “klorlu suyla el
yıkama saçmalığının durdurulması gerektiğini” yazacak kadar ileri
gitmektedir. Ancak inanç sahibi olanlar her zaman ki gibi çok güçlüdür;
Semmelweis ise zayıf ve korumasızdır. Ve işinden olur. Hayatı hiç de hak
etmediği şekilde son bulur. İnsanlık bu tutuculuğun bedelini belki de bir 50
yıl daha (Pasteur ve Koch’a kadar), çok basit bir el yıkama ile korunabileceği
halde ölen anne ve bebeklerle öder. Eninde sonunda Semmelweis’in yaptıkları
anlaşılır ve bir üniversiteye ismi verilerek onurlandırılır.
Bilimsel yöntem
dünyayı anlamak amacıyla yaptığımız en büyük keşiflerden birisidir. Dünyayı
açıklamak amacıyla inanç bataklığına da sürüklenebiliriz ki çoğu zaman
sürükleniyoruz. Ancak buradan çıkmak hiç de kolay değildir. Oysa bilim yanlış
yola sapmış olsa bile çıkışı yine kendi içinde bulabilmektedir. Çünkü zaten
işin başında yanılabileceğin kabul ederek şüphe etmenin yolunu bizzat kendisi açmaktadır.
Şüphe ise daha doğru bilgiye ulaşmada bize yeni yolları bulmada en önemli çıkış
noktamızdır. İnanmak aslında doğruyu aramaya yönelik olan insani yönümüzün
katli demektir. Bedeli ise önlenebileceği halde seyrettiğimiz ölümlerdir…
“Bilimi yanılmaz kabul eden felsefede teolojinin tüm
kusurlarını (bağnazlığını, düşünce üzerinde kurduğu denetimi, aldatıcı
güvenliği) yeniden canlanmış bulmak hiç de olanaksız değildir.” Hans Reichenbach
Kaynak
Karl R. Popper.
Bilimsel Araştırmanın Mantığı (Çev: İlknur Aka, İbrahim Turan). Yapı Kredi
Yayınları, 2005, İstanbul.
Fehminaz Temel, Funda
Sevecan, Songül A.Vaizoğlu. Bir Biyolojik Ve Çevre Öyküsü Semmelweis. Özgür
Doruk Güler Çevre Dizisi:8, Yazıt Yayınları, 2008, Ankara.
Hans Reichenbach
(Çev: Cemal Yıldırım) Bilimsel Felsefenin Doğuşu. Bilgi Yayınevi, 2000.
Coşkun Bakar, Hekim, Halk Sağlığı Uzmanı, Prof.Dr.
NOT: Bu yazı Haziran
2018 tarihinde Çanakkale Troia Dergisinin 48-49. sayfasında basılı olarak
yayınlanmıştır...
Yorumlar