İnsan aklının ürettiği düşünsel ürünler içinde tarihin ayrı bir yeri olmalıdır. Tarih bireysel, toplumsal özellikle de kültürel hafızamıza karşılık gelmektedir. Bütün olarak insanlığın yaşamı, biriktirdikleri ve değerlerinin günlüğüdür tarih. Dünün değil, bugünün ve yarının bilgisidir. Günümüzle başa çıkabilme gücü de ancak bu günlüğün sayfalarından haberdar olma düzeyi ile orantılıdır.
Bugünlerde
tıp fakültesi mezunları arasında yaygın bir eğilim, yurt dışına gitme isteğidir.
Aslında konuyla ilgili sağlıklı bir veriye sahip değiliz. Elimizdeki en önemli
bilgi Türk Tabipleri Birliği’nin sosyal medya hesaplarından paylaştığı iyi hal
belgesi talep sayısıdır (2022 yılının ilk 6 ayında 1171 kişi). Fakat bu bilgi
çok fazla bir şey ifade etmemektedir. Çünkü bu kişilerden kaçının yurt dışına
gideceğini bilmiyoruz. TTB bu mesajında hekimlerin yoksullaşma, ağır çalışma
koşulları, sağlıkta şiddet nedeniyle gittiklerini söylüyor. Her ne kadar bahsi
geçen sorunları günlük hayatımızın içinde yaşasak da konuyla ilgili yeterli bilimsel
veriye sahip değiliz. Yine de son birkaç yılda bu yurt dışı hayali kuranların
sayısında yadsınamayacak bir artış olduğunu gözlerimizle görüyoruz. Ben
100 yıl önce İstanbul’da yaşanan olaylara bakarak günümüzü anlamaya
çalışacağım. İlk fotoğrafta 14 Mart 1919’a gidelim…
Sahne 1: İstanbul, Tarih 1919…
Birinci
Dünya Savaşı Osmanlı Devleti için çok da yadırganmayacak bir felaketle
sonuçlanmıştı. Bir yüzyıldır dalından kopmayı bekleyen sonbahar yaprağı gibi sararmış
olan İmparatorluk, Birinci Dünya Savaşı sonunda toprağa düşmüştü. Yüzyıldan
fazla bir süredir büyük bir emekle yürütülen yaprağı canlandırma çabaları, kötü
yöneticileri aşamadığı için sonuç vermemişti. 30 Ekim 1918 tarihinde yapılan
Mütareke 600 yıllık İmparatorluğun defin belgesidir. Ardından 13 Kasım 1918 tarihinde İtilaf
Devletleri İstanbul’u fiilen işgal etmiştir. İlk seferinde Osmanlı idaresine el
koymayan sömürgeciler, 16 Mart 1919 tarihindeki resmi işgalden sonra idareye de
el koymuşlar ve Mebûsan Meclisi’ni dağıtmışlardır.
Mütareke
İstanbul’unda var olmaya çalışan tıbbiyeli, kendisini tam anlamıyla bir yaşam
savaşı içinde kendisini bulmuştu.
“Birinci Dünya Savaşı sonunda Mondros Mütarekesi imzalandığında cephelerden ve talimgâhlardan dönen tıp öğrencileri, 13 Kasım günü Haydarpaşa’daki okul binasından yaşlı gözlerle Boğaz sularında süzülen İtilaf Devletleri’nin gemilerini izliyordu. İşgal kuvvetlerinin ilk işi Tıp Fakültesi’ni işgal etmek oldu. Yatakhanenin bir bölümüne bir İskoç birliği yerleşti. Genç Tıbbiyeliler tavan aralarında ve camide yatmak zorunda kaldı. 15 Mayıs 1919 günü İzmir işgal edilince İstanbul Darülfünunu Milli Mücadele’yi destekleme mitinglerini başlattı. Bildiriler Tıbbiyeliler tarafından dağıtıldı. 20 Mayıs 1919’da Üsküdar’da, 22 Mayıs’ta Kadıköy’de, 23 Mayıs’ta Sultanahmet’te görkemli mitingler yapıldı.”
İşgal yıllarının İstanbul’unun hikâyesi çok değerlidir ve nedense bizde çok konuşulmak istenmez. Kemal Tahir’in (1910-1973) TRT tarafından diziye de çevrilen “Esir Şehrin İnsanları” (Bu dönemi yazan başka eserlerin de olduğunu biliyorum. İlk aklıma gelen olduğu için bu eseri örnek verdim. Diğer eserlerin ve yazarlarının hakkını yemek istemem) bu dönemin ruh yapısını anlamanız için çok değerlidir. Bu eserlerin gözünden günümüze bakınca bana sanki hiç sorunumuz yokmuş gibi gelmektedir.
Öte yandan İstanbul’un büyük kısmı işgali
kabullenmedi. Bir yandan askeri ve sivil bürokrasi çözüm arayışı içindeyken,
halk da uzun ve yorucu bir mücadeleye hazırlanıyordu. İstanbul’da kurulan Karakol Cemiyeti ve yüzyıldan fazladır
ayakta duran Özbekler Tekkesi direnişin ağırlık merkezini oluşturacaktı.
Tabii ki işgalcilerle işbirliği yapan, yeni döneme göre kabuk değiştiren
insanlar da vardı. Bunlar başarılı olamadığı için direniş bağımsız bir devlete
evrilebildi. Kemal Tahir’in eserinde işgale payanda olan insanları da
görebilirsiniz.
Tıbbiyenin de önemli bir kısmı direnişe destek
oldu. İlk andan itibaren Anadolu’da başlatılacak mücadeleye katıldılar.
İşgalden sonra Malta’ya sürülenler oldu. Dr.Refik Saydam, Dr.İbrahim Tali
Öngören gibi Mustafa Kemal ile birlikte Samsun’a gidenler oldu. Tıbbiyeli
Hikmet ise (tıbbiyeliler, paraları bir kişiye yettiği için onu yolladılar)
Sivas’a gidip, mandacılık konusunda Mustafa Kemal’e karşı çıktı.
Tüm bu olayların içinde bir tanesinin yeri ayrıdır.
O da bugün Tıp Bayramı olarak andığımız 14 Mart 1919 günü yaşanmıştır. Fiilen
13 Kasım’da işgal edilen Dersaadet 16 Mart 1919 tarihinde resmen işgale
uğrayacaktır. Söylentiler kulaktan kulağa yayılmaktadır. Tıbbiyeli çok
rahatsızdır;
“İtiraf ediyoruz ki vatan, bilhassa onun kalbi, beyni olan İstanbul bu dakikada korkunç bir buhran geçiriyor. Ama korkmuyoruz…Buradayız, burada kalacağız…İstanbul bizimdir, çünkü halife ve hakan yatağıdır. İstanbul bizimdir çünkü şehitler ve tarih buradadır. İstanbul bizimdir çünkü istiklâl buradadır”
cümleleriyle bitirdiğinde salon alkıştan inliyordu. Tıbbiyeliler tepkilerini Kızılhaç temsilcileri vasıtasıyla İngilizlere iletmişti.”
Direniş büyüdü, yeni bir devlet kuruldu ve ülke kurtuldu. İstanbul’un askeri işgalcileri geldikleri gibi gittiler. Ve bizler yüzyıldan fazla bir zamandır da Anadolu ve Trakya üzerinde yaşamaya devam ediyoruz.
Sahne 2: Türkiye, Tarih 2022…
Bugün
Türkiye’de devlet ve vakıf olmak üzere yüzün üzerinde tıp fakültesi, on
binlerce tıp öğrencisi ve 160 bin civarında tıp doktoru bulunmaktadır. Bu
doktorlar binlerce sağlık kurumunda, hemşire, ebe ve diğer sağlık personeli ile
birlikte bireye ve topluma yönelik sağlık hizmeti sunmaktadır.
Ülke
Cumhuriyet ile birlikte soya dayalı saltanata son vermiştir. Hilafet ile birlikte
bir dinin hükümlerine dayalı yönetim anlayışı en azından resmi olarak
sonlandırılmıştır. Bazı dönemlerde kesintiye uğramasına rağmen halen iktidarın
anayasal dayanağı sandıktan geçmektedir. Türkiye Büyük Millet Meclisi, ülkenin
en üst yönetim kurumudur ve belirleyicisi halktır. Ülkenin her ilinde en az bir
üniversite vardır. Milyonlarca genç kadın ve erkek yüksek eğitim alma olanağına
sahiptir. Diğer yandan bu gelişmeler demokrasinin de aynı oranda ilerlediği anlamına
gelmemektedir.
Sivil
toplum, görünüşte vardır ancak fiilen zayıftır. Toplum, kendini doğrudan
ilgilendiren konularda bile sivil toplum üzerinden karar süreçlerinde çok da
etkili olamamaktadır. Osmanlı’dan yok hükmünde bir emek örgütlenmesi
devralındığından, kendi haklarına sahip çıkan ve siyaset üzerinde belirleyici
olan meslek örgütlenmesi ve sendikalaşmadan söz etmek, fiilen mümkün değildir.
Sendikalar vardır ancak ya iktidarın ya da muhalefetin arka bahçesi konumunda kullanılmaktadır.
Toplumun
bilgi kaynakları ya devletin ya da işbirlikçi sermayenin kontrolü altındadır.
İnternet bu hegemonyayı çok sarsmış fakat tamamen yok edememiştir. Cumhuriyet
tarihi boyunca bağımsız, özgür bir medyanın varlığından söz etmek neredeyse
olanaksızdır.
Demokrasinin
en önemli girdilerinden biri bağımsız yargı gücüdür. Bu konuya hiç girmeyeceğim…
Bir
diğer organ da siyasi partilerdir. Bireylerin siyaset yapması, yasa yapma gücü
ve karar mekanizmaları içinde söz sahibi olmaları ancak bu kurumlarla var
olabilir. Günümüzde sağda ya da solda var olan partilerin kendi içlerindeki
demokrasi düzeyi, ülkenin demokrasisi için gösterge konumundadır.
Hâl
böyle olunca yüz yıl önce özgür olabilen, ayağındaki prangaları atabilen güzel
Ülkemiz uzunca bir süredir özellikle siyasi düzeyde kötü yönetilmektedir. Sağlık
da bu yönetimden payını almaktadır;
Onlarca tıp fakültesi açıldı, ancak fiziki
ve insan altyapılarını dolayısıyla da kaliteyi düşünen yok!
Sağlık sistemi neoliberal dalganın baskısıyla
önce reform sonra da dönüşüm denilen bir sürecin eline bırakıldı, nereye
çıkacağını bilen, gören yok!
Hekimler başta olmak üzere tüm sağlık
personeli her gün sözlü taciz, küfür, dayak ve ölümle burun buruna geliyor,
neden olduğunu açıklamaya çalışan yok!
Yıllarını okullarda, kütüphanelerde
harcayan gencecik insanlara sağlık hizmeti sunma adı altında işkence ediliyor,
dönüp bakan yok!
Bu örnekler daha da arttırılabilir, lakin
bence gerek yok…
Geçenlerde mezuniyet töreni vardı. Yeni tıp doktorlarının salona girişi sırasında sunucu, heyecanlı bir hitabet ile ülkemizin yeni sağlık neferlerinin geldiğini söylediğinde, kendileri, hocaları, aileleri çok heyecanlanmıştı. Oysa salonda gördüğüm riyakârlık beni çok sarstı. Bu çocukların hepsi rahle-i tedrisimizden geçti ve neredeyse yarısı yurt dışına kaçmak için şimdiden çaba içine girmişlerdi bile. Kısaca o çocukların önemli bir bölümü bu ülkede hizmet vermek istemiyorlar ve de vermeyecekler…
Ben
çocukları yargılamıyorum. Hepsinin özgür iradesiyle verdiği kararlarına saygı
duyuyorum. İnsanlar yaşamları hakkında istedikleri tasarrufta bulunabilirler ve
kimseye bir açıklama yapmak gibi sorumlulukları yoktur. Bununla birlikte bir eğitimci ve düşünce adamı olarak olay üzerinde düşünme ve düşündüklerimi paylaşmak da
benim hakkımdır…
Yüzyıl
önce bu topraklarda çok büyük bir kriz yaşandı. Bir toplum yok olma aşamasına
kadar geldi. Bu buhran yine o toplum içinde yetişmiş, çoğu Avrupa tarzı eğitim
görmüş bir avuç insanın sabrı, azmi ve halkın onlara destek vermesi sayesinde atlatıldı.
Hekimlerin bu mücadelede rolü çok fazladır. Tıbbiyeden itibaren hem öğrenci hem
de birçok hekim gerek düşünce gerekse eylem aşamasında direnişin içinde yer aldılar.
Sadece bununla da kalmayıp, direnişin ardından kurulan yeni devletin de
olgunlaşmasında bilfiil emek sarf ettiler. Hâlâ da ediyorlar...
Mutlaka
bu grup içinde direnişe katılmayan ya da Avrupa’ya giden hekimler de olmuştur.
O konuda bir bilgim yok. Hekimler çok özel bir gruptur. Tarihin her döneminde
sarayın çok yakınında olmuşlardır. İyi bir hekim dünyanın her yerinde
yaşayabilen bir değerdir ve iyi bir hekim olmak çok sabır isteyen oldukça zor
bir iştir. Aklı olan hiçbir yönetim hekimleri küstürmek ve kaçırmak
istemez. Tarih boyunca öncelikli işleri saray ve ordunun sağılığı olan hekimler
artık toplum sağlığı ile de ilgilenmektedir. Bu durum üzerlerindeki yükü
arttırdığı gibi değerlerini de yüceltmektedir. Bu özelliklerinin
farkında olan hekimler baskıya gelemezler. Küba’da 1959 yılındaki devrimden
sonra binlerce hekimin kaçtığı söylenir. Tarih boyunca da bu durum böyle
olmuştur. İbn-i Sina, Gazneli Mahmut’un sarayına girmemek için sürgün hayatına
katlanmıştır. Birçok eserini de bu sürgünde yazmıştır. Hele bir de
sağlık hizmeti sunumu esnasında yaşamlarını zorlaştırırsanız, hekimleri tutamazsınız.
Şunu
da belirtmek lazım bahsedilen durum hekimlere has değildir. Nitelikli eğitim
almış ve iyi iş üreten tüm meslek grupları benzer davranış karakterlerine
sahiptirler. Zira bu insanlar kendi eğitimleri ve becerileriyle yaşama
tutunabilirler. Bu olguyu da bir tarafa koyalım...
Öte yandan ülkemizde son yıllarda yaşanan
sorunlar aşılamayacak kadar derin midir? Olayı bir de bu noktadan düşünmek gerekir. Sorunlarla baş
edilebilecekse, bunu kim yapabilir? Ve en can yakıcı soru; Yüzyıl önce işgal
altında direnişe katılan hekimlerin yaşadığından daha kötü bir durumda olabilir
miyiz?
Ben
günümüzün şartlarının o kadar da ağır olmadığını düşünüyorum. Bugünlerde
sarayın yanındaysanız her şeyi yüceltiyorsunuz; değilseniz de her şeyi
gömüyorsunuz. Günümüz Türkiye’sinde her konu artık içinde bulunduğunuz siyasi
kampa göre tartışılıyor. Yüceltme ve gömmenin yapıldığı yerde akıl ve
eleştiri olamaz. Ülkemizin medyası ve sosyal medyasında aklın izine neredeyse rastlanılmıyor.
Böyle olunca da olguları ortaya koyamıyor, nedenleri ve sonuçlarını
tartışamıyor, çözüm de geliştiremiyoruz.
Lütfen
sakin bir şekilde düşünün; yüz yıl önce yabancı silahlar altında, ölüm tehdidi
altında direnebilen bir kuşak vardı. Ve çok değil yüz yıl sonra, bir kısmı
genetik olarak bu neslin devamı olan yeni kuşak bağımsız bir ülkede, anayasal
haklarına rağmen sorunlarla mücadele edebilecek iradeyi göstermekten imtina
ediyor. Bunun ne kadar zor olduğunu, birçok baskı olduğunu, insanların işini
hatta özgürlüğünü kaybettiğini söyleyeceksiniz. Doğru, bu olguyu da bir tarafa
koyalım...
Ancak
siz 14 Mart 1919’da o konuşmayı yaptıktan sonra tıbbiyelilerin akşam otelde
balo mu yaptığını sanıyorsunuz? Sorunlar dışında ne değişti de bugün tıp
doktorları yetiştikten sonra ülkelerini terk etmek istiyorlar?
Bu
soruya bir cevap bulmak o kadar zor ki…
Ben yine
de bir deneme yapacağım. Zira yirmi yıldır tıp eğitimi yapıyorum, bir tıp
fakültesini kuran ekibin içinde çok önemli tecrübeler kazandım. Sadece
öğrencileri değil onlarca öğretim üyesine eğitim becerileri altında eğitimler
verdim. Şimdi yurt dışına gitmek isteyen çocuklarla altı yıl boyunca bir arada
oldum. Bu kadarına hakkım olmalı diye düşünüyorum.
Aslında
ben bu soruya cevap bulmayacağım. Cevabı bulabilecek soruları ortaya atacağım
ve tartışmayı okuyucuya bırakacağım. Hadi bakalım, deneyelim…
Sosyal, kişisel, kültürel, inançsal, ekonomik ve buna benzer birçok bağımsız faktör bu olguyla ilişkili olabilir. Öte yandan ben en temelde sorunun eğitim sisteminde yattığını düşünüyorum. Eğitim sistemi insanlara geçmişlerini, kendilerini, toplumu, doğayı ve inançlarını öğretir. Küçücük bir çocuk iyi bir eğitim sistemiyle kendi becerilerini geliştirip var ya da yok olabilir. Sadece maddi dünya için değil, kendisinin de içinde bulunduğu dünyayı da tanımasını sağlar. Kısaca kemali bulmak cemali görmek, ancak eğitim içinde olanaklıdır.
Peki, bizim eğitim sistemimiz dünya üzerinde kemali bulmak ve cemali görmek adına ne sağlıyor?
Ben yedi
yaşından beri eğitim sistemindeyim. Otuz üç yaşına kadar sınavlara girdim.
Şimdi de sınavlar yapıyorum. Test sisteminde ezber yaptırmak dışında hiçbir şey
bulamadım, hiçbir şey göremedim.
Liseye
kadar test çözme yarışması dışında hiçbir şey yapmadım.
Bir
müzik aletine elim değmedi, bir spor yapmadım, fırça alıp tuval boyamadım, doğaya
çıkıp böcek toplamadım, öykü yazmayı denemedim. Bırakın yazmayı edebiyat
kitaplarındaki okuma parçaları dışında, yazarlardan ve kitaplardan haberim bile
olmadı. Yabancı dil öğrenmeyi hayal bile etmedim.
Tıp
fakültesinde meslek öğrendim, hastalara baktım, hocalarım gözetiminde insanların
tedavisinde bulundum. Öte yandan mezuniyetimde boşluktaydım. Zira altı yıllık
eğitimime, uzman olamazsam kimse değer vermiyordu…
Ankara’da
olduğum için kitapçılarla karşılaştım, okumaya başladım. Tiyatro ve sinemayı öğrendim.
İngilizce öğrenme şansım oldu. Anadolu’nun birçok il ve ilçesinde bunlardan
halen haberiniz olamaz… Fakat yapabildiklerimin hepsi benim kişisel
kaygılarımla mümkün olabildi. İçinde var olmaya çalıştığım eğitim sistemi beni
sınavları –onlar da test sınavları– geçmek dışında hiçbir şeye motive etmedi.
Yabancı dil sınavını geçtiğimde kendimi konuşmak ve okuma alanında yetersiz
gördüğüm için kurslara devam etmeye çalıştım. Ancak etrafımda gördüğüm
manzarada sınavı geçenler dil öğrenmekle ilgili motivasyonlarını
kaybediyorlardı. Çünkü gerek yoktu…
Yıllardır
sadece sınav için öğrenilen bir sistemin içinde yaşıyoruz. Yeni bir şeyler
öğrenmekten keyif alma duygusunu taşımayan, günlük hayatta maddi pratik faydası
olmayan şeylere değer vermeyen, sadece keyif almak için okumayan bir neslin
hangi değerleri üretmesini bekliyoruz?
Bu
ülkede her dönemde en çok konuşulan konu din eğitimi olmasına rağmen, o bile
doğru düzgün bilinemiyor. İman ettiği dinin temel kaynaklarıyla temas kuramayan,
sadece vaaz kültürüyle beslenen bir neslin hangi değer yargılarına sahip
olmasını bekliyoruz?
Neredeyse
hiç mantık ve felsefe eğitimi almayan, hitabetin, gramerin ve aklın yöntemlerini
öğrenemeyen insanların sorunlar karşısında hangi enstrümanları kullanmasını
bekliyoruz?
Kendi
tarihinin özel olaylarından bile haberi olmayan, savaşları atalarının sabrı,
cesareti ve en önemlisi akıllarıyla kazandığını değil de bulutlarla kazandığını
düşünmek isteyen neslin başının üstünde o bulutları göremezse burada
kalabileceğini nasıl düşünebiliriz?
İçinde
yaşadığımız toplumdaki tüm insanlar eğitim sistemimizin bir ürünüdür. Sonuçları
da bu sistemle bağlantılıdır. Bugün üzerine titrediğimiz, üniversiteye girerken
en başarılı olduğunu düşündüğümüz insanlar, hizmet sırası kendilerine
geldiğinde kaçıyorlarsa geriye dönüp ne yaptık diye bir bakmak lazım.
Geçen yüzyıl içinde bir İmparatorluk yıkıldı, ancak onun yıkıntıları altındaki okullardan bir devlet kurabilecek beceriye sahip insanlar üzerinde oturduğumuz Türkiye’yi kurdular. Bu noktada sorulması gereken son soru şu; eğitim sistemimiz acaba bir yüz yıl daha ayakta kalabilecek bir ülkeyi yaşatabilecek insanları yetiştirmek için gerekli ve yeterli donanımlara sahip mi?
Coşkun Bakar, Hekim, Halk Sağlığı Uzmanı, Prof.Dr.
Nuran Yıldırım. İstanbul Tıp Fakültesi Tarihine Bakış, İstanbul Üniversitesi Tıp Fakültesi ve Etik anabilim Dalı. Türkiye. İstanbul;2015.
Orhan Bursalı. Hekim göçünün gerçek maliyeti ve ilk 5 ayda 942 hekim. Cumhuriyet Gazetesi. Erişim adresi: https://www.cumhuriyet.com.tr/yazarlar/orhan-bursali/hekim-gocunun-gercek-maliyeti-ve-ilk-5-ayda-942-hekim-1954610?utm_medium=Kose%20Yazisi&utm_source=Cumhuriyet%20Anasayfa&utm_campaign=Kose%20Yazisi
Erişim tarihi: 06.07.2022
Türk Tabipleri Birliği, @ttborgtr. TTB’ye “İyi hal belgesi” başvuru sayısı.
Erişim adresi: https://twitter.com/ttborgtr/status/1544396475672760325 Erişim tarihi: 06.07.2022
Can Dündar. Peki Bandırmanın öbür yolcularına ne oldu? Milliyet. 22 Mayıs 2004. Erişim adresi: https://www.milliyet.com.tr/yazarlar/can-dundar/peki-bandirmanin-obur-yolcularina-ne-oldu-335916 Erişim tarihi: 06.07.2022
Tahir Hatipoğlu. Jöntürklerden Sontürklere Tıbbiyeli. Otopsi Yayınlar. İstanbul,2002.
Harikasın hocam
YanıtlaSil