BİLİMİN GERÇEKLE SINAVI…

“Bilimin ortak çalışmaya dayalı olmasından dolayı, araştırma sonuçlarının paylaşımını teşvik eden komünalizm aslında bilimsel yöntemin temeli olarak kabul edilir. Komünalizme göre bilimsel bulgular daha önce üretilen bilimsel bilgilerin devamı niteliğinde olduğundan bilimsel araştırma ürünü kamusaldır ve sahibi doğal olarak toplumdur. Bilimsel bilgi bir kişinin değil tüm insanlığın müşterek mülküdür ve gizlenemez. Bu nedenle her araştırmanın sonucu şartsız ve koşulsuz olarak toplumla paylaşılmalı, gerçek bilgi sınır tanımadan herkese ulaşmalıdır.”
Kaynak: Necati Çıtak. Bilimsel tıbbi dergilerin ipleri sermayenin elinde. Madde, Diyalektik ve Toplum. Haziran 2022, Cilt 5, sayı 2:102-117.
 
Bu yazının motivasyon kaynağı, “Madde, Diyalektik ve Toplum” isimli dergide okuduğum “Bilimsel tıbbi dergilerin ipleri sermayenin elinde” başlıklı bir makaledir. Kaynaklarda künyesini verdiğim makaleyi halk sağlığı uzmanlarının bilgi paylaşımı için kullandığı elektronik posta grubundan genç bir arkadaş paylaştı. Mesajında makalenin öneminden bahsederken, bilimsel bilginin tarafsız fonlarla desteklenmediği takdirde gerçekliği yitireceğimiz konusunda endişesini dile getiriyordu.
Makale, göğüs cerrahisi uzmanı olan bir arkadaş tarafından hazırlanmış. Günümüz bilim camiasının içinde bulunduğu sorunları gündeme getirirken hekimler için güvenilir bilimsel bilginin olasılığının ne kadar zor olduğunun vurgusuyla tamamlanıyordu. Makale bilimin, toplumsal, evrensel, tarafsız ve organize kuşkuculuk ilkeleri doğrultusunda yürütülmesi gerektiğini vurgulayarak başlıyordu.
 
“Tarafsızlık ilkesine göre ise bilim insanı yöntemleri tasarlarken ve uygularken, sonuçları analiz ederken, yorumlarken kişisel kazanç, mevcut konforunun kaybı ve diğer maddi/manevi çıkarlar gibi herhangi bir şeyin etkisi altında kalmadan sadece gerçeğin peşinde koşmalıdır.”
Kaynak: Necati Çıtak. Bilimsel tıbbi dergilerin ipleri sermayenin elinde. Madde, Diyalektik ve Toplum. Haziran 2022, Cilt 5, sayı 2:102-117.
 
Makale, son yüzyılda yaşanan neoliberal akımların bilimsel alanı etkisi altına aldığını ve bilimin kaygılarının gerçekliğin peşinde olmak değil, sermayenin kârlarını arttırmak olduğunu vurguluyor. Yazar makalenin ilerleyen bölümlerde tıp alanından verdiği örneklerle savlarına kanıtlar sunmaktadır. Bu yazı bana Cem Terzi’nin “Toplum ve Hekim” dergisinde yıllar önce yayımlanan ve burada da bahsedilen makalesini hatırlattı. Yazar, Cem Terzi’nin makalesindeki iddiaları yeniden gündeme getirmekten farklı bir yenilik sunmuyor. Makalenin sonunda sorunun kaynağı olarak kapitalist sistem ve onun piyasa mekanizmaları gösteriliyor.
 
“Bilimsel tıbbi yayıncılığın ipleri sermayenin elindedir. Tıbbi-ilaç endüstrisi bilimsel literatüre nelerin dâhil olacağını, nelerin dışarıda tutulacağını, bunu kimlerin yapacağını, dâhil olacakların nasıl dâhil olacağını, hatta bu literatüre erişimi kontrol etmektedir. Bu eylem, aslen bilimi kontrol etmek amacını içermektedir. Her ne kadar bu konuda bilim insanları suçlansa da bunun amacı asıl sorumlu olan bilimin piyasa koşulları tarafından belirlenmesi tartışmasının arka plana atılma isteğidir.”
Kaynak: Necati Çıtak. Bilimsel tıbbi dergilerin ipleri sermayenin elinde. Madde, Diyalektik ve Toplum. Haziran 2022, Cilt 5, sayı 2:102-117.
 
Bir çırpıda okunduğunda ve günümüz dünyasının penceresinden bakıldığında ve en önemlisi kıyas yapılmadığında, makalede yapılan çıkarımlar o kadar doğru görülüyor ki…
Aslında doğru da… O zaman sorun ne? Diyebilirsiniz…
Sorun şu bu makale felsefe, düşünce, insanlık ve bilim tarihinin derinliklerine vakıf olmadan okunduğunda sondajlar yüzeyde kalıyor ve tekil olguları birbirine bağlamaktan daha ileri gidilemiyor. O zaman da kavramsal düşünülemediğinden sorun bütünlüklü bir şekilde ele alınamıyor.
Oysa düşünme duyusal ve olgusal olan tikelleri birbirine bağlamaktan daha fazlasıdır. Düşünme tümel olan kavram düzeyine ulaşabilmektir. Kavram Orhan Hançerlioğlu’nun Felsefe Ansiklopedisi’nde “duyularla gelen nesnel izlenimleri düşüncenin soyutlama işleminden geçirerek kavradığı genel nesne” olarak tanımlamıştır. Mantıksal olarak da “nesnel gerçekliğin insan beynindeki yansıma biçimidir.” Bir başka açıdan kavram, “sözcüklere gerçek anlamını vermek ve bunlar aracılığı ile düşünmek, olayların ve süreçlerin özünü kavrayıp temel yanlarına ve özelliklerine ilişkin genellemeler elde etmek olanağı sağlayan, nesnel çevreninin insan düşüncesindeki yansıma biçimi” olarak tanımlanmaktadır. Dolayısıyla her kavram bir şekilde nesnel gerçeklikle bağlantılıdır. Kavram insan beyninin algıladığı duyusal yansımalardan yine insan beyninde gerçekleşen bir seri işlem sonucunda ortaya çıkan soyut işlemlerdir. Bu süreçte insan aklı, duyusal gözlem yoluyla karşılaştığı olgulardan yargılara, ussal yöntemlerle yargılardan varsayımlara, oradan da kuramlara ulaşmaya çalışır. Düşünme ancak bu süreçlerden geçip kavramlara ulaştığında bir anlam kazanır ve bu yol için aklımızın en güçlü enstrümanı felsefedir. Felsefe, mantığın da yardımıyla tikellerden tümel kavramlara ulaşmamızı ve böylece etrafımızda olup bitenleri açıklamamıza yardımcı olur. Bunu yaparken de kendisinden doğduğu mitoloji ve din, kendi içinden doğurduğu bilim ile tarih, sanat gibi alanlardan beslenir.
Bu kadar açıklamanın yukarıdaki makaleyle olan ilişkisini merak edebilirsiniz. Oldukça ilgilidir. Çünkü bu makalenin vermeye çalıştığı ana mesaj bilimin temel kaygısının gerçekliği aramak olduğu ve son yıllarda sermaye etkisiyle bilimin gerçeklikten kopma tehlikesi yaşadığı ve bu durumun toplumun güvenliğini tehlikeye attığı şeklindedir. Bu noktada karşımıza çıkan anahtar kavram gerçek ve gerçekliktir.
Yine sözlükleri arayacağız ve Orhan Hançerlioğlu’nun kapısını çalacağız…
Gerçek, hakikat, somut, var olan, dokunulabilir, meydana çıkmış, apaçık, şüphesiz, kesin ve meydanda olan terimleriyle anlamdaş olarak kullanılmaktadır. Ancak anlamı, somut ve nesnel olarak var olandır. Bununla birlikte hakikatten ayrılmalıdır, zira hakikat gerçeğin bilinçteki yansımasıdır. Gerçek olan bilinçten bağımsız olarak nesnel dünyada vardır. Hegel’de ise “gerçek ussal olandır”. Birçok filozofa göre duyularımızla algıladığımız şeyler bir yanılsamadan ibarettir. Bu nedenle gerçek olana ancak ussal düşünme yöntemleriyle ulaşılabilir. Dolayısıyla bilgilerimiz duyusal değil ussal ve de kavramsaldır. Zihnimizin ürünüdür ve biz nesne üzerinde, o nesneyi dile getirmek için yarattığımız kavramdan başka bir şey bilemeyiz. Nitekim gerçek dediğimiz şey tümel, kavramsal ve ussal olandır. Bilim de gerçekliğin peşinde koşmalı ve açıklamaya çalışmalıdır. O zaman görevini bir tamam yerine getirmiş olacaktır. Bilim insanının varlığının sebebi ise araştırma programları sayesinde elde ettiği nesnel gerçekliği dürüst, açık ve topluma karşı samimi bir şekilde paylaşmak olmalıdır.  
Bu makaleye baktığınızda bilimin evrensel sosyal yapısı kominalizim, evrensellik, tarafsızlık ve örgütlü kuşkuculuk ilkeleri başlıklarla tanımlanmıştır. Bilim insanı çalışmalarında kişisel kazanç ya da konfor etkisi altında kalmadan sadece gerçeğin peşinde koşmalıdır. Ancak son yıllarda bu ilkelerde aşınmalar meydana gelmektedir.
O zaman bu yazının sorusuna şimdi gelelim; tarih boyunca bilim insanların öncülleri olan büyücülerin, astrologların, filozofların, hekimlerin, fizikçilerin, simyacıların, sanatkârların varlık nedenleri ne kadar gerçeklerin peşinde koşmak ve bunu açık bir şekilde toplumla paylaşmak olmuştur?
Bu soruya yanıtı bilim ve felsefe tarihinin derinliklerinde bulabiliriz…
Düşünce tarihinin aktörlerini aramaya başladığınızda kendinizi, insanlık tarihinin en derinlerinde bulmamanız kaçınılmazdır. Akılsal faaliyetler yürütebilen ve konuşarak bunu aktarabilen ilk insandan itibaren düşüncenin gelişimini izleyebilirsiniz. Karşınıza kabile toplumundaki büyücü daha sonra da rahip haline gelmiş olan karakter çıkar. Hemen yanında bazen de içinde şefi görürsünüz. Bunların karşısına da beslenme, barınma ve savaşma gibi ihtiyaçları karşılamaya çalışan toplum çıkmaktadır. Başladığı ilk andan itibaren bilgiyi üreten, koruyan, saklayan ve paylaşan aktör büyücü ve rahiptir. Bunu sanıldığının aksine toplum için yapmamıştır. Ancak yaptığı faaliyetlerin topluma yansımaları olmuştur. Bu yansımalar bazen olumlu bazen de olumsuz sonuçlara yol açmıştır. Büyücü en başından itibaren şef için çalışan insandır. İstisnası şefin aynı zamanda büyücü olduğu durum olmuştur. Tarih öncesi dönemden itibaren takip edilebilen şef ve büyücü hikâyesi dikkatli izlenmelidir. Bu hikâye günümüze ışık tutmaktadır. Aynı aktörler farklı isimlerle hayatımızdaki yerini almaya devam etmektedir. Şef günümüzün iktidarının karşılığı iken büyücü de akademinin karşılığıdır. Varlığının kaynağı ise şefin iktidardaki ömrünün güvenceye alınmasıdır.
Burada belirleyici rolü büyücü oynamaktadır. Kabile toplumundan itibaren varlığını devam ettiren, ataların ruhları ve gökyüzündeki âlemle bağlantı kurabilen büyücü toplumun ihtiyaç duyduğu bilgiyi üreten anahtar insandır. Başlangıçta birkaç işlevi vardır. Bunlar, ataların ruhlarıyla ve gökyüzündeki kutsal cisimlerle temasa geçmek ve iksirli otlarla şifa dağıtmaktadır. Şef ve toplum nezdindeki varlığı da bu gücünden kaynaklanmaktadır. Yağmur ya da kurak mevsimin, ekinin ekilme zamanını bilebilen ve otlardan yaptığı iksirlerle insanların acısını dindirebilen kişi doğal olarak şef ve toplum için vazgeçilmez bir karakter rolüne bürünmektedir. Bunun yanında gelecekten söylediği gizemli sözler konusunda insanları ikna ettiğinde, büyücü artık aşılamaz noktaya ulaşmaktadır. Günümüzde bile bu büyücülerin mitlerini halen aşamıyoruz. Büyücünün gücünden en fazla yararlanan kişi kabiledeki şef olmuştur…
Şef, büyücünün ruhlar ve gizemli âlemlerle konuşma gücünü iktidarını meşrulaştırmak için kullanmıştır. Bunun yanında büyücünün yaptığı şifalı otlar sarayın ve ordunun tedavisi, diğer aletler de savaş ve başka toplumlara üstünlük kazanmak amacına hizmet etmiştir. Toplumsal süreçlerin kabileden örgütlü devlete dönmeye başladığı Sümer ve Mısır toplumlarında aktörler ve roller giderek karmaşıklaşmıştır. Yine de temel yapı bozulmamıştır. Büyücü rahip sınıfına dönüşürken faaliyetlerinin kutsal yuvası tapınak olmuştur. Bu arada şef tanrının sözcüsü olan krala, iktidarın sembolü de saraya dönüşmüştür. Böylece Mezopotamya ve Mısır’da sarayın ve tapınağın çevresinde büyüyen ilk kentler ortaya çıkmıştır. Tam da bu noktada okulun erken formlarıyla karşılaşıyoruz. Aslında bugün içinde bulunduğumuz eğitim sistemi tapınak yanında bir odada yaşama geçmiştir. Kabileden devlete geçildiğinde, sözlü gelenek yerini yazılı geleneğe bırakmış ve tapınakta yazıcılar ortaya çıkmıştır. Genelde soy üzerinden giden bu sistemde yazı örgütlü bir eğitimi zorunlu kılmıştır. Tapınaklarda başlayan ve Avrupa aydınlanmasına kadar tapınakta devam eden eğitim sistemi söylemlerinin aksine gerçekliğin keşfi ve bunun toplumla paylaşılması üzerine kurulmamıştır.  
Okul, Mezopotamya’dan itibaren peygamber olarak tanınan İbrahim ile birlikte kurumsal dinlerin de kendilerini çoğaltmak için kullandıkları mekân haline gelmiştir. Haham, rahip ve imam adını alan büyücü toplum içindeki yerini korumuş ancak şefe olan bağlılığı ve hizmetinden ödün vermemiştir. Tapınak bin yıldan fazla yazının, bilginin üzerinde hegemonyasını kurarken ideası gerçeğin aranması değil, kendi imgesinde yarattığı illüzyonun toplum tarafından gerçek gibi algılanması olmuştur. Rolünü de günümüze kadar çok başarılı bir şekilde yerine getirmiştir.
Zaman içinde Ege ve Yunan sahillerindeki kentlerde bu sınıftan farklı bir karakter oyuna katılmıştır. Evrenin ana maddesini mitolojiden değil akıl yoluyla arayan bu insanlar, bize felsefeyi hediye etmişlerdir. Modern bilim insanının da atası olan bu insanlar filozoflardır. Filozoflar, tanrısal bilgelik de denilebilecek “sophia”nın aşkı ile evrenin oluşumunun sırlarının yani gerçekliğin arayıcısı olmuşturlar. Ancak bunlar şefin ve toplumun uzağında olmuşlardır. Çoğu zaman sevilmemiş ve bazıları toplum ve devlet eliyle katledilmiştir. Yine de hem bilgiyi hem de bilgi üretme yolunu keşfedebilmişlerdir. Kendi ürettikleri bilginin yanlışlarını yine kendi soyları ortaya çıkarmıştır. Dünyanın evrenin merkezi olduğunu söyleyen de bu bilginin yanlış olduğunu söyleyen de filozoflardır. Hekimler, astronomlar, fizikçiler, matematikçiler, düşünürler bu grup içinden çıkmıştır. Zamanla doğayı öğrenme yollarını ve bilimsel yöntemi de onlar ortaya yaratmıştır.  
Filozoflar başından itibaren büyücü sınıfından farklı olmuşlardır. Öncelikle bu insanlar büyücülerin tekelinde olan mitleri eleştiri konusu yapmışlardır. Çoğunlukla da iktidarlara uzak durmuşlardır. Bu nedenle de neredeyse hiç sevilmemişlerdir.
Diğer yandan bugün teknoloji şekline bürünen zanaatın (techne) gelişimi ise daha farklı olmuştur. Bir yönüyle hekimlik, mühendislik, doğanın dışında bir şeyler yapmakla ilgilenen aktiviteler zanaat içinde toplanmıştır. Bugün teknoloji olarak tanımladığımız bu faaliyetler bütünü, bırakın toplumu, üniversiteleri yöneten insanlar tarafından bile bilim ile karıştırılmaktadır. Teknoloji ile bilim iç içedir ancak aynı şey değildir. Günümüzde hayatımızı kolaylaştıran ve insan tarafından üretilenler teknolojinin ürünüdür. Öte yandan teknolojinin öncelikli amacı faydalı/yararlı olanı üretmektir. Bir zanaatkâr (teknisyen) çoğu zaman gerçekliğin değil, neyi üretebileceğinin peşinde koşar. Edward Jenner (1749-1823) aslında bir zanaatkârdır. Kendi gözlemleri üzerinden deneme yanılmayla aşı üretmiştir. Ancak bağışıklama sistemini çözmemiştir. Bağışıklama sisteminin çözülmesi kendisinden en az 150 yıl sonra mümkün olabilmiştir. İktidarlar zanaatkârları, mühendisleri, tıp doktorlarını çok sever. Aslında onlar da iktidarların kendilerine olan bu sevgisini karşılıksız bırakmazlar. Saraya ilaç, silah ve teknoloji üretirler ve karşılığını da yüksek konforlu yaşam olanaklarıyla alırlar. Hiçbir saray kendisini tedavi eden, ordusuna silah üreten insanları göz ardı edemez, etmemiştir de… Zanaatkârların ürettiklerinin kuşkusuz halka da faydası olur, ancak öncelik halk değildir. Bu insanların çalışmaları bazen gerçeklere ulaşmamızı sağlar. Örneğin, bir meteorolog olan Alfred L.Wegener (1880-1930) kıtaların bir zamanlar bir arada olduğu teorisini geliştirdiğinde kanıt sunamadı. Kanıtlar askeri amaçla üretilen denizaltıların verilerinin daha sonrasında incelenmesiyle, II.Dünya Savaşının ardından ortaya konulabildi. O denizaltıların üretim amacı insanları yok etmekti, bu görevlerini hakkıyla da yaptılar. Öte yandan bir gerçekliğin açıklanması gibi sonuca da yol açtılar.
Peki, o zaman bugün birçok bilim insanının dilinde mite dönüşmüş olan bilimin evrensel, tarafsızlık, kuşkuculuk ve toplumsallık ilkeleri nereden geliyor?
Bu ilkeler 18-19.yüzyıllar sonrasındaki “Aydınlanma Rahiplerinin” ürettiği mitlerdir. Diğerlerinden farkı bunların insanlar tarafından yazıldığı kabul edilmektedir. Nasıl mı ortaya çıktı?
MS.529 yılında Roma İmparatoru, sınırları içindeki akademiyi kapattı, felsefe yapılması ile öğretilmesini yasakladı. Bütün bilgi kutsal kitapta vardı, rahipler ve manastırlar bu bilgiyi öğretiyorlar ve yayıyorlardı. Bugün Orta Çağ olarak adlandırılan süreç, Kıta Avrupası olarak bilinen coğrafyada başladı. Bu coğrafyada şef büyücü oldu. Vatikan tüm kralların üzerine çıktı. Korkunç bir zenginlik ve beraberinde güç biriktirdi. Bilgiyi, bilgi kaynaklarını, hatta insanların aklını ve ruhunu kontrol etmeye çalıştı. Bir süre başarılı da oldu. Ancak bilgi kaybolmadı. Filozoflar doğuya kaçtılar ya da saklanarak faaliyetlerini sürdürdüler. Bu durum 1000 yıl sürdü. Gerek doğudaki siyasi gelişmeler, gerek Kilise ve dayandığı zeminin çürük olması nedeniyle toplum korkunç bir yoksulluğa ve kıtlığa sürüklendi. Tanrı’nın yeryüzündeki temsilcileri 1347 yılındaki veba salgınında, ne kendilerini ne de toplumu koruyabildiler. Bu arada kutsal diye yaslandıkları, felsefe yapmalarına izin vermedikleri Paganların eskimiş bilgileriydi. Evren modelleri Aristoteles ve Batlamyus’a, fizikleri Aristoteles’e, mantık Aristoteles’e, tıp ise Galenos’a dayanmaktaydı. Bu bilgilere o kadar saplanmışlardı ki yeni bir durumla karşılaştıklarında ilk önce şüphelenmek yerine kutsal dedikleri antik bilgilerle karşılaştırıyorlardı. Eğer yeni durum bu bilgilere uymuyorsa yok ediyorlardı. O kadar güçlülerdi ki Giordona Bruno’yu (1548-1600) yaktılar. Nicolaus Copernicus (1473-1543)  eserini yayınlamaktan imtina etti. Galileo Galilei (1564-1642) ev hapsine mahkûm edildi. Ancak, Kilise ne kadar yer kürenin bir kısmında yanlışlarıyla ayakta kalmaya çalışsa da dünya güneşin etrafında dönmeye devam ediyordu...
On altıncı yüzyıldan itibaren bir grup doğa filozofu evrene, insana, doğaya dair bütün bildiklerimizi sorguladılar ve gördükleri karşısında şoka uğradılar. Zira neredeyse hepsi yanlıştı. Beraberinde kâşifler dünyayı da dolaşmaya başlayınca Kilise’ye karşı bir zafer algısı içine girdiler. Bu durum onların bilgi üretme yöntemlerini de gözden geçirmelerine neden oldu. Rene Descartes (1596-1650), ve David Hume (1771-1776) gibi filozofların öncü olduğu bir grup insan Aristoteles’ten beri gelen tümdengelime dayalı kanıtlama biçimlerinin karşısına tümevarımı koyuyordu. Böylece gözlem, deney, hipotez, matematik, istatistik ve sonuçlardan mantıksal çıkarımla doğrulama yöntemleri bilimin yeni köşe taşları haline geliyordu.
Yeni dönemde Kilise’nin dogmatizmin karşısına örgütlü kuşkuculuk; rahip sınıfının hegemonyası karşısına evrensellik, toplumsallık ve tarafsızlık gibi ilkeler geçiyordu. Bilgi şüpheyle, tarafsız bir zeminde, açık olarak ve toplumla paylaşılarak üretilmeliydi. Matbaanın geliştirilmesi bilginin manastırlarda rahip sınıfının tekelinden çıkarıyor ve sıradan insanlara ulaştırılmasını kolaylaştırıyordu. Buhar makinesinin icat edilmesiyle o güne kadar peygamberlerin bile yasaklayamadığı köleliğin sonu geliyordu. Buhar, enerji için insan ya da hayvan gücüne olan ihtiyacı ortadan kaldırmıştı. Yeni dönem sanayi devrimiyle tanımlanıyor, şehirler artık tapınak ve saraylar için değil fabrikalar için kuruluyordu. Köle ve köylü de işçi sınıfına dönüşmüştü. Yeni sistemde işçi sınıfının en azından okuma yazma bilmesi gerekiyordu. Bu da bilginin daha fazla insana ulaşmasını yolunu açacaktı.
İşte tam bu noktada şef başka bir kimlikte ortaya çıktı. Yeni adı sermaye oldu. Teknolojinin ve bilginin işe yarayan kısmını başından itibaren kontrol altına almayı başardı. Aydınlanma rahipleri kiliseye karşı başarı kazanmışlar ve kendi mitlerini oluşturmuşlardı. Bilim evrensel, kuşkucu, toplumsal, tarafsızdı… Ama sermaye öyle değildi. Onun için bilgi yararlı ve faydalı olandı. İşine yaramadıktan sonra dünya güneşin etrafında ya da güneş dünyanın etrafında dönmüş hiç umursamazdı. Bilgiyi ve teknolojiyi başından itibaren kendi ihtiyaçları için biçimlendirmeyi bildi. Enerji, silah ve ilaç üretimi başı çekiyordu. Sermaye, teknisyen bilim insanlarını da yanına çekmeyi bildi. Aydınlanma mitleriyle bilim yaptığını söyleyenler, sanayi işbirliği altında iktidar ve sermayeye çalışıyorlardı. Mühendisler ve tıp doktorları öncüleriydi. Özellikle tıp doktorlarının yerini gözden kaçırmamak lazım! Hipokrat’tan günümüze üzerine yemin ettikleri değerlerin çoğu zaman yanında olmadılar. Tıp pratiklerini öncelikle saraylara ve sermayeye lütfettiler.  Bilim pratikleri ise gerçeklikten ziyade faydalı ve yararlı yönünde oldu. Karşılığını da aldılar…
Alternatifleri oldu tabii ki… Ancak hem sayıları az oldu hem de ölmeden seslerini duyuramadılar. Ignaz Philipp Semmelweis (1818-1865) günümüzde el yıkamanın babası olarak bilinir. Ancak çalışma bulgularını yayınladığında bırakın okunmayı, dönemin aydınlıkçı bilim rahipleri “el yıkama şarlatanlığına kim son verecek?” diye çığlıklar atıyorlardı. Gerçekliğe ulaşabilme olasılığı umurlarında bile değildi…
Şef, büyücü ve toplum içinde bulunduğumuz dünyayı anlamak için çok kullanışlı bir benzetmedir. Yazıda geçen “Sabota Üçgeni” tam buraya denk gelmektedir. Büyücüler günümüzün bilim insanlarıdır. Tarihsel misyonları şefin hizmetinde olmaktır. Onun ihtiyaç duyduğu bilgileri üretmek, hastalandığında tedavi etmek ve söylemlerindeki yalanlara toplumu inandırmaktır. Gerçeklik o kadar da umurlarında değildir. Tek gerçeklik şef ve şefin onlara sağladığı konfordur. Bu sürecin dışında kalmaya çalışanlar olmuştur. Onlar için gerçeklik peşinde koşmak büyük bir aşktır. Ancak yaşamları bu aşklarının bedelleriyle doludur. Bunlardan biri Çernobil faciasında görev yapan bir bilim insanı olan Valeri Lagasov’dur (1936-1988). Olayı anlatan bir dizi filmin finalinde senaristler Legasov’a atfen aşağıdaki metni yazmışlardır. Yazımı bu metinle bitiriyorum…
 
"Bilim insanı olmak naif olmaktır. Gerçeği anlamaya o kadar odaklandık ki...
...gerçekte ne kadar az kişinin onu bulmamızı istediğini gör(e)medik. Fakat görsek de gör(e)mesek de, tercih etsek de etmesek de...
...gerçek hep orada...
Gerçek ihtiyaçlarımızı ve isteklerimizi umursamaz. Hükümetlerimizi umursamaz...
...ideolojilerimizi, inançlarımızı...
Her zaman pusuda bekler...
Bir zamanlar gerçeğin bedelinden korkuyordum.
Şimdi sadece şunu soruyorum: Yalanların bedeli nedir?"      Chernobyl Dizisi-5.Bölüm-2019...
 
Bu yazıya konu olan makaleyi bir de bu düşüncelerle okumanızı rica ediyorum. Acaba bilim elinde var olduğu iddia edilen ilkeleri mi yitiriyor? Yoksa o ilkeler sadece var olduğuna inanmak istediğimiz birer mitten mi ibaret?
Düşünmeye değer bence…

Coşkun Bakar, Hekim, Halk Sağlığı Uzmanı, Prof.Dr.
 
Kaynaklar:
Necati Çıtak. Bilimsel tıbbi dergilerin ipleri sermayenin elinde. Madde, Diyalektik ve Toplum. Haziran 2022, Cilt 5, sayı 2:102-117.
Cem Terzi. Hekimler geçerli güvenilir bilgi için tıbbi literatüre güvenemezler. Toplum ve Hekim. Eylül-Ekim 2010, Cilt 25, Sayı 5:346-379.
Orhan Hançerlioğlu. Felsefe Ansiklopedisi Kavramlar ve Akımlar. Cilt 3[İ-K], Remzi Kitabevi, İstanbul;1977.
Orhan Hançerlioğlu. Felsefe Ansiklopedisi Kavramlar ve Akımlar. Cilt 2[E-I], Remzi Kitabevi, İstanbul;1977.

               Kaynakhttps://www.newscientist.com/definition/scientific-truth/


Yorumlar