“Öğretim kilisenin işlevidir. Okulların başı
olan psikopos, bu konudaki yetkilerini oldukça uzun zamandan beri,
memurlarından birine devretmiştir. Bu görevliye XII. yüzyılda genellikle okul
yöneticisi (scolasticus) adı verilmekteyken, artık daha çok şansölye
denilmektedir. Bu görevli, tekelinin delinmesine razı değildir. Bu tekelin
artık mutlak olmaktan çıktığı, manastırların güçlü okullaşma konumuna
ulaştıkları yerlerde, üniversite loncalarının diğer rakipleri manastırlardır.
Son olarak da kültür bir iman sorunudur; psikopos bunun denetiminin kendi işi
olduğunu iddia etmektedir.”
Kaynak: Jacques Le Goff. Ortaçağda Entelektüeller. (Çev:Mehmet Ali Kılıçbay) Ayrıntı Yayınları, İstanbul, 1994:93.
Bu yazımda geçen hafta gözlemlediğim güncel bir
sorundan yola çıkarak tapınak* ve okul ilişkisini irdelemeye çalışacağım. Sorun
Adala kasabasında (şimdilerde mahalle) yaşanıyor. Bu kasabanın hayatımdaki
değeri çok fazla; en eşsiz zamanlarımı yaşadığım çocukluğumun beldesi Adala,
Manisa ilinin Salihli ilçesine bağlı bir mahalle; çok eskilerdeki ismi Karataş.
Birkaç yıl öncesine kadar beldeydi. Nüfusu son verilere göre 1993, yaz
aylarında çok daha fazla olabiliyor. Demirköprü Barajı’nın sulama havzası
içinde, Gediz Nehri’nin yatağında bulunmaktadır. Tarımsal zenginliğinin yanında
turistik ve kültürel altyapısıyla da görülmeye değer bir kasaba olduğunu
söyleyebilirim. Bir resmini yazımın altında paylaştım…
Bugünlerde Adala’da lisenin (Adala Şehit Erdoğan Kaynar Anadolu Lisesi -Karataş Lisesi-) öğrenci azlığı nedeniyle kapanması olasılığı konuşuluyor. Binası ile ilgili olarak Kültür Bakanlığı tarafından tanımlanan tescil kararının kaldırılması ve dolayısıyla binanın yıkılarak arazinin okul dışındaki amaçlarla kullanılması planlanıyor. Köyde yaşayan bir grup insan da bu kararın kaldırılması ve binanın korunması amacıyla bir hukuk mücadelesi yürütüyor...
Okul,
1956-1966 yılları arasında köy muhtarlığının öncülüğünde imece ve salma
usulüyle yapılmış, 1966 yılında ortaokul olarak hizmete başlamış, 1977 yılında
ise genel liseye dönüştürülmüştür. Karataş Ortaokulu Salihli ilçesindeki ilk
ortaokullarından birisi olarak tarihe geçmiştir. 2013 yılında Karataş Anadolu
Lisesi’ne dönüştürülen okula, 2011 yılında görevi sırasında şehit olan Uzman
Jandarma Çavuş Erdoğan Kayar’ın
ismi verilmiştir. Karataş Lisesi’nde birçok çocuk eğitim almış ve mesleki
hayatlarında önemli noktalara gelmişlerdir. Ayrıca okul genç bireylerin kent
kavramını algıladıkları bir nokta olmuştur. Şimdi kent kavramına sahip çıkan
bir avuç insan okullarının yıkılmasına engel olmak için çabalıyorlar. Bunu
yapmak için de her çağdaş insanın yaptığı gibi yargı yolunu kullanmaya
çalışıyorlar...
İddiaları arasında okul binasının kasaba mimarisi içinde özel bir yeri olduğu; toplumsal hafıza için bir değere sahip olduğu; birçok insanın hayata katılmasındaki belirleyiciliği nedeniyle bir buluşma noktası olduğu; toplumsal bellekteki ana değeri sayılmaktadır. Ayrıca okul içinde halen kullanılabilir nitelikte bir tiyatro salonu vardır. Onlarca yıldır bu salonda sanatsal ve kültürel aktiviteler yanında, tarımsal amaçlı bilgilendirme toplantıları ile halk sağlığına yönelik eğitimler gerçekleştirilmiştir. Ben de çocukluğumda bu salonda müsamere izlediğimi hatırlıyorum. Şimdilerde okulun kaderi yargı makamlarının elinde; gerçi kararlarda yukarıdaki kıstasların çok da hükmü bulunmadığını düşünüyorum. Söz konusu olan birilerinin ekonomik beklentileriyse, orman katledilmiş, deniz kirletilmiş, şehir dokusu tahrip edilmiş ya da kültürel, sanatsal ve eğitimsel aktiviteler aksamış, sistem için çok da önemli olmuyor. Neyse, benim yazımın konusu bu değil; yetkililer kendi değer sistemleriyle Adala Şehit Erdoğan Kaynar Anadolu Lisesi hakkındaki kararlarını vereceklerdir.
Bu yazıda Karataş Lisesi’ni gündeme almamın nedeni, okul ve tapınak arasındaki ilişkiyi tartışmak ve bu ilişkinin okulun kaderindeki belirleyiciliğini ve ülkemizin son yıllardaki yaşadığı açmazlarla olan bağlantısını çözümlemeye çalışmaktır.
Dünya üzerinde bulunan canlıların birçoğu, kendilerinden sonra gelen soylarına yaşam becerisi konusunda destek olurlar. Öncelikle onları korurlar ve beslerler, sonra da yaşayabilme becerisi kazandırmaya çalışırlar. Bunlar arasında avlanmak, avcıdan kaçmak, barınmak gibi aktiviteler bulunmaktadır. İnsanın eğitimi diğer memelilerden biraz daha farklı olsa da benzerlikler barındırır. Amaç soyun devamı yani genetik şifrenin diğer nesillere ulaşmasının sağlanmasıdır.
Öte yandan bu faaliyet insan türü için farklı anlamlar içerecek şekilde evrimleşmiştir. Uzunca bir zamandır insan bu faaliyetlerini adına okul dediği bir çatı altında yürütür. Literatürde okul –mektep– kurumunun yazının icadıyla ilk defa Mezopotamya’da gözlendiği belirtilmektedir. Sümer ve Akad toplumlarında tapınaklara bitişik olarak “edubba” adı verilen tablet evleri bulunmaktaydı. Öncelikle yazıcılığın öğretildiği bu tablet evlerinde eğitim din adamlarının işi olarak başladı. Kramer’in Sümer Mitolojisi isimli eserinde tablet evinin, zigurat-tapınak-, yazı okulu ve kütüphaneden oluşan bir site içerisinde yer aldığı belirtilmektedir.
Aslında geleneksel anlamda eğitim yazı öncesinde de bulunmaktaydı. Kabile toplumunda büyücünün ya da din adamının kontrolünde olan eğitim, sınırlı sayıdaki insana hitap etmekteydi. Bunlar büyücünün soyu ya da erginlenme törenlerini aşabilen insanlardan oluşmaktaydı. Yazılı kültüre geçilmesiyle birlikte eğitim anlayışında da köklü değişiklikler olması kaçınılmazdı. Tapınak çatısı altında bir yandan yazı sistemi ve ilgili bilgiler öğrenilirken, diğer yandan Tanrı ve inanç sistemi de öğretilmeye devam etmekteydi.
Başından itibaren eğitim sisteminin politik bir yönü hep olmuştu. Şefin yanında bazen de şefin kendisi olan büyücü, yazı sistemine geçilmesiyle birlikte rahip sınıfıyla birlikte sarayın yakınında yer almasını bilmiştir. Bu görevini kimi zaman şifacı, kimi zaman gökyüzünün habercisi olmuş, kimi zaman da mitler üreterek inanç sistemi üzerinden insanları köleliğe ikna etmiştir.
Tapınağın içerisinde başlayan eğitim sistemi uzunca yıllar bu konumunu korudu. Örneğin içinden Hipokrates’in çıktığı Asklepion’lar şifacılığın yapıldığı ve öğretildiği tapınaklardı:
“Hipokrates MÖ 460’ta Kos adasında saygın ataları Asklepios ve Asklepios’un oğlu Podaleiros’tan beri babadan oğula aktarılan tıbba kendilerini adamış ünlü Asklepiades ailesinde doğmuştur. Aslında Asklepios, tıp tanrısı olmadan önce, Homeros’un şiirleri döneminde hekim olan iki oğlu Makhaon ile Podaleiros’u Troia savaşına göndermeden önce Thesselia’da Trikke kentinin prensidir ve Kentauros ve Kherion’un yanında tıp öğrenir.”
Kaynak: Jacques Joanna, Caroline Magdelaine. Hipokrates Külliyatı. (Çev:Nur Nirven). Pinhan Yayınları, 2018: 8-9
Tarih
boyunca tapınaktan farklı sayılabilecek ilk örnek Platon’un Akademisidir. M.Ö. 4. yüzyılda açılan ve M.S. 529 yılına
kadar faaliyette olan bu okul günümüzdeki yüksek öğretim kurumlarının öncülü
olarak görülmektedir:
“Bu Akademiya varlığını kesin olarak bildiğimiz ilk felsefe okulu, kadınlar da dâhil olmak üzere herkese açık olan ilk yüksek öğretim kurumu, ilk üniversitedir. Gerçi daha önce Pythagorasçılar da benzer okullar kurmuşlardı. Ancak onların okulları sadece Pythagorasçı tarikatın mensuplarına açık olan dini nitelikte cemaat okullarıydı.”
Kaynak: Ahmet Arslan. İlkçağ Felsefe Tarihi, Sofistlerden Platon’a. Cilt 2. İstanbul Bilgi Üniversitesi Yayınları, 2016: 181.
İnsanlık
tarihindeki tapınaktan bağımsız eğitimin kurumsal ilk örnekleri XII-XIII.yüzyıllarda
günümüzün Batı Avrupa’sında görülmüştür. Çoğunlukla loncalardan ve öğrenci
gruplarından köken alan bu kurum bir yandan kilise diğer taraftan krallık
ekseninde bağımsızlığını tam anlamıyla savaşarak kazanmıştır. Jacques Le Goff, “Ortaçağda
Entelektüeller” isimli kitabında eğitimin nasıl şekillendiğini ayrıntılı olarak
anlatmaktadır.
Eğitimin tapınaktan bağımsızlığını kazanması zaten dünyayı keşfetmeye hazırlanan insan için kaçınılmaz bir sondu. Batı coğrafyası, Yunan aydınlanmasıyla başlayan felsefeyi, Atina’da yaşanılan zirveye rağmen, Yeni Platoncu düşüncenin gölgesinde yeşeren Hristiyanlık dinine feda etmiş ve Akademinin sesini 529 yılında tamamen kapatarak, 1000 yıl sürecek kesin bir zafer kazanmıştır. Ancak bu zaferin bedeli zamanın Avrupa toplumu için ağır olmuştur. Bugün Ortaçağ olarak adlandırılan, siyasi olarak karmaşık, kültürel anlamda kısır, yaratıcılıktan yoksun bir dönem yaşanmıştır. Ancak bu coğrafyada insanlık kendi çelişkilerini sorgulamasını bilmiş ve bu keşmekeşin içinden çıkabilmiştir. Tapınağın eğitim, bilim ve düşünce üzerindeki hâkimiyeti geri dönüşümsüz olarak kırılmış; hatta tapınak eğitim ve bilimin konularından birisi haline gelebilmiştir. Bu dönüşümün sonucu da yine aynı coğrafyada yaşanmaktadır. Günümüzde Batı Avrupa bölgesinde dünyanın en iyi okulları ve yaşam standardı bulunmaktadır. Öyle ki ülkemiz de dâhil dünyanın birçok bölgesindeki genç insanlar eğitim almak ve yaşamak için bu bölgelere kaçmaya çalışmaktadırlar.
İçinde
bulunduğumuz coğrafyada eğitim ve bilim, dalgalar halinde devam etmiştir.
Yazının bulunduğu, tıp, matematik, geometri ve astronomi gibi bilimlerin ilk
örneklerinin verildiği bu bölgede Sümerler’den sonra uzunca süre bir yaprak
kıpırdamamıştır. İskender’in fethinden sonra Helenistik dönemde İskenderiye,
Antakya, Edessa, Nisibis gibi kentlerde felsefenin ve düşüncenin nadide
örnekleri ortaya çıkabilmiştir. Sasaniler’in yıldız kenti Cundişapur, İslam
döneminde gelişecek medrese sistemine ilham olmuştur. Bu okulların varlığında
belirleyici olan unsurlar; Hristiyanlığın Roma’yı esir almasından ardından
yapılan konsillerdi. Ardından 529 yılında Justinianus’un kararıyla Pagan ve
sapkın Hıristiyan hekim ve filozoflar yaşamak için kaçmak zorunda kaldılar.
Bugün doğudan batıya olan göç, yaklaşık 1500 yıl önce batıdan doğuya doğru gerçekleşmekteydi.
Bunun sebebi tapınağın farklı düşüncelere olan tahammülsüzlüğüydü…
Tam bu esnada Arap çöllerinde İslamiyet dini ortaya çıktı. Peygamberin ölümünün üzerinden bir yüzyıl geçmeden doğuda Hindistan, batıda da İspanya’ya kadar ulaştı. Müslümanlar tapınakta yürüttükleri geleneksel eğitimi Bağdat ve Basra gibi kentlerde medreselerle taçlandırdılar. Emevi ve Abbasi dönemlerinde kurulan devletin ihtiyaçlarıyla da tıp, astronomi, simya gibi alanlar başta olmak üzere din dışı konularla da ilgilendiler. Çok geçmeden Yunan filozofları ile tanıştılar. Önceleri kendi dinlerini farklı gruplara karşı korumak için geliştirdikleri kelam ilmi felsefenin etkisiyle dini konuları tartışmaya açtı. Doğal olarak bu tartışmaların siyasi sonuçları oldu. Dönemin siyasi koşullarının etkisiyle tapınak, sarayı korumak için devreye girdi; felsefi düşüncenin önüne büyük duvarlar ördü. Roma coğrafyasındaki tapınağın baskısından kaçan ve doğuya ulaştırabilen felsefe, İslam coğrafyasında çöl sıcaklarının da etkisiyle yeşeremeden kurudu. Her ne kadar içinden hekim, astronom, filozof gibi değerler çıkarmış olsa da bu coğrafyada kurumsallaşabilen bir aydınlanmadan bahsetmemiz mümkün görünmemektedir. Tapınak yine kazanmıştır ve farklı sesleri duymak istememektedir…
Ülkemizde de felsefe ve bilim bu şartların etkisi altında gelişti. 600 yıllık geçmişi olan Osmanlı İmparatorluğu, önemli okullar açtı ve teknolojiye dayanan gelişmeleri sahiplendi fakat felsefeyi çok da ciddiye almadı. Açtığı okullar hep tapınağın bahçesinde yer aldı. Yüzyıllarca sınırlı sayıda insana önce dini bilgiler öğretildi, sonra gerek görülürse diğerleri… Öte yandan kurumsal olarak felsefenin okutulmasına hiçbir zaman izin verilmedi. Buna rağmen bireysel çabalar hep görüldü. Hekimlik okulları iyi hekimler yetiştirdi. Astronomi, matematik gibi alanlarla uğraşanlar vardı ancak uzun soluklu olamadı. Örneğin Takiyyuddin al-Raşid’in bin bir zahmetle kurduğu ve çok başarılı çalışmalar yaptığı İstanbul Rasathanesi, ulemanın dini bahanelerine kurban giderek devletin resmi donanması tarafından yok edildi. Tapınak yine devredeydi ve istemediği sesleri kesiyordu…
Osmanlı
Devletinin de diğerlerinden farkı olmadı. Tapınağa teslim olması, çağının
felsefesi ve bilimini anlamaması, toplumun dünya ile irtibat kurmasına izin
vermemesi bir yok oluş sürecini getirdi. 19. yüzyılda devletin gittiği durumu
görebilen bir grup yönetici sorunu çözmeye çalışsa da artık çok geç
kalmışlardı. Çözülme süreci başlamıştı. 19.yüzyılın ilk yarısında ülkemizde
tapınağın, eğitim ve bilimin üzerindeki etkisi kırılmaya çalışıldı. Öncülüğü
tıp eğitimi ile mühendislik eğitimi aldı. Tıp eğitimi medreseden çıksa da
çağının koşullarına uyum sağlamayı becerdi. Ordunun ihtiyaçlarını önceleyen
mühendislik eğitimi de teknik yanı ile tapınaktan bağımsız gelişmeyi
başarabildi. Bugün çağdaş Türkiye’de sayısal olarak çok fazla ise de nitelik açısından
zayıf durumdaki üniversitemizin nispeten başarılı iki alanı, tıp ve mühendislik
disiplinleridir…
Medrese bu iki alan dışındaki hukuk ve teoloji gibi disiplinleri bırakmak istemedi. Çünkü bu iki mecra devletin yönetiminde söz sahibi olmanın kapısıydı. Bu nedenle Darülfünun ve İstanbul Üniversitesi’nin gelişimi 20.yüzyıla kadar uzadı. Kurumsal bir üniversitenin açılabilmesi için siyasi yapının değişmesine ve laik bir yönetim anlayışına ihtiyaç bulunmaktaydı. Bu da batılı anlayışla eğitim almış, bulunduğu çağla temas kurabilen askeri ve sivil bürokrasinin öncü olduğu bir Kurtuluş Savaşı sonucunda ortaya çıkabilmiştir…
Bu çerçevede
ülkemizde temel eğitim, Osmanlı Devleti’nin son döneminde gelişmeye başlamıştır.
Cumhuriyet’le birlikte çağın koşullarına göre yenilenmeye çalışılmıştır. Çok
kısa bir dönem içinde saray, tapınağı ikinci plana atabilmiş ve yeni kuşakların
çağdaş eğitim alabilmesi, ülkede bilim, sanat, teknoloji gibi alanlarda
gelişmelerin olabilmesini hayal etmiştir. Felsefeye kendinden önceki saraylara göre
daha fazla yaşam alanı sunmakla birlikte, ülkemizde hiçbir dönem düşüncenin
kendi yatağında akması istenmemiştir. Her dönem sarayın kendi
öncelikleri olmuş ve akademiden de bu öncelikleri desteklemesi beklenmiştir. Bu
beklentiyi karşılayamayan akademisyenler, tarihin diğer dönemlerinde olduğu
gibi tasfiye edilmekten kurtulamamışlardır.
Cumhuriyet’le birlikte Anadolu’da okullar artmaya başlamıştır. Başlarda bu artışta tapınağın çok da bir sözü olmamıştır. Köy Enstitüleri dönemi, köy çocuklarına içinde bulundukları coğrafyada yaşama becerisi yanında birçok sanatsal aktiviteyi kazandırma özelliği ile tarih sahnesindeki yerini şimdiden almıştır. Günümüzde bile kullandığımız çok geniş bir dünya literatürü çevrilerek dilimize kazandırılmıştır. Bu rüzgârın etkisiyle köylerde de okullar açılmıştır.
Adala Lisesi 1960’lı yıllarda ortaokul olarak açılmış, 1970’li yıllarda liseye dönüşmüştür. O güne kadar köyde çiftçilik dışında başka bir dünyanın olmadığını düşünen çocuklar eğitim olanağı bulmuştur. İşte benim annem ve okulun yıkılmaması için dava açan dayım bu okullarda okuyarak öğretmen olabilmişlerdir. Ben de onlar sayesinde üniversiteye ulaştım. Önce hekim sonra da öğretim üyesi olabilme şansına sahip nesillerden biriyim.
Cumhuriyet’in yapmaya çalıştığı bu değişim henüz kurumsal bir kimliğe kavuşama imkânına sahip olamadı. Tapınak çok gecikmeden sahneye çıktı... 1950’li yıllarla birlikte eğitimin laik yönü giderek budanmaya başladı. Bilim, felsefe, sanat ve spor gibi aktivitelere öncülük etmesi gereken liseler yerine din adamı okulları desteklenmeye başlandı. Eş zamanlı olarak ülkedeki tapınak hem sayısını hem de gücünü artırdı. Adala Lisesi’nin kapanmasına yol açan dönemde köye üç yeni tapınak daha yapıldı. Yani okul zayıflarken tapınak güçlendi. Bu durumun doğal sonuçları oldu. Adala gençler için tercih edilecek bir yer olmaktan çıktı. Okul zayıfladıkça gençler kaçmaya başladı; gençler kaçtıkça okul zayıfladı. Tüm bu süreç içinde kazanan hep tapınak oldu. Bölgenin en önemli gücü olan tarım sürekli olarak kan kaybetti. Ekonomik değerinin azalması süreci daha da hızlandırdı.
Kaynak: Jacques Le Goff. Ortaçağda Entelektüeller. (Çev:Mehmet Ali Kılıçbay) Ayrıntı Yayınları, İstanbul, 1994:93.
Bugünlerde Adala’da lisenin (Adala Şehit Erdoğan Kaynar Anadolu Lisesi -Karataş Lisesi-) öğrenci azlığı nedeniyle kapanması olasılığı konuşuluyor. Binası ile ilgili olarak Kültür Bakanlığı tarafından tanımlanan tescil kararının kaldırılması ve dolayısıyla binanın yıkılarak arazinin okul dışındaki amaçlarla kullanılması planlanıyor. Köyde yaşayan bir grup insan da bu kararın kaldırılması ve binanın korunması amacıyla bir hukuk mücadelesi yürütüyor...
İddiaları arasında okul binasının kasaba mimarisi içinde özel bir yeri olduğu; toplumsal hafıza için bir değere sahip olduğu; birçok insanın hayata katılmasındaki belirleyiciliği nedeniyle bir buluşma noktası olduğu; toplumsal bellekteki ana değeri sayılmaktadır. Ayrıca okul içinde halen kullanılabilir nitelikte bir tiyatro salonu vardır. Onlarca yıldır bu salonda sanatsal ve kültürel aktiviteler yanında, tarımsal amaçlı bilgilendirme toplantıları ile halk sağlığına yönelik eğitimler gerçekleştirilmiştir. Ben de çocukluğumda bu salonda müsamere izlediğimi hatırlıyorum. Şimdilerde okulun kaderi yargı makamlarının elinde; gerçi kararlarda yukarıdaki kıstasların çok da hükmü bulunmadığını düşünüyorum. Söz konusu olan birilerinin ekonomik beklentileriyse, orman katledilmiş, deniz kirletilmiş, şehir dokusu tahrip edilmiş ya da kültürel, sanatsal ve eğitimsel aktiviteler aksamış, sistem için çok da önemli olmuyor. Neyse, benim yazımın konusu bu değil; yetkililer kendi değer sistemleriyle Adala Şehit Erdoğan Kaynar Anadolu Lisesi hakkındaki kararlarını vereceklerdir.
Bu yazıda Karataş Lisesi’ni gündeme almamın nedeni, okul ve tapınak arasındaki ilişkiyi tartışmak ve bu ilişkinin okulun kaderindeki belirleyiciliğini ve ülkemizin son yıllardaki yaşadığı açmazlarla olan bağlantısını çözümlemeye çalışmaktır.
Dünya üzerinde bulunan canlıların birçoğu, kendilerinden sonra gelen soylarına yaşam becerisi konusunda destek olurlar. Öncelikle onları korurlar ve beslerler, sonra da yaşayabilme becerisi kazandırmaya çalışırlar. Bunlar arasında avlanmak, avcıdan kaçmak, barınmak gibi aktiviteler bulunmaktadır. İnsanın eğitimi diğer memelilerden biraz daha farklı olsa da benzerlikler barındırır. Amaç soyun devamı yani genetik şifrenin diğer nesillere ulaşmasının sağlanmasıdır.
Öte yandan bu faaliyet insan türü için farklı anlamlar içerecek şekilde evrimleşmiştir. Uzunca bir zamandır insan bu faaliyetlerini adına okul dediği bir çatı altında yürütür. Literatürde okul –mektep– kurumunun yazının icadıyla ilk defa Mezopotamya’da gözlendiği belirtilmektedir. Sümer ve Akad toplumlarında tapınaklara bitişik olarak “edubba” adı verilen tablet evleri bulunmaktaydı. Öncelikle yazıcılığın öğretildiği bu tablet evlerinde eğitim din adamlarının işi olarak başladı. Kramer’in Sümer Mitolojisi isimli eserinde tablet evinin, zigurat-tapınak-, yazı okulu ve kütüphaneden oluşan bir site içerisinde yer aldığı belirtilmektedir.
Aslında geleneksel anlamda eğitim yazı öncesinde de bulunmaktaydı. Kabile toplumunda büyücünün ya da din adamının kontrolünde olan eğitim, sınırlı sayıdaki insana hitap etmekteydi. Bunlar büyücünün soyu ya da erginlenme törenlerini aşabilen insanlardan oluşmaktaydı. Yazılı kültüre geçilmesiyle birlikte eğitim anlayışında da köklü değişiklikler olması kaçınılmazdı. Tapınak çatısı altında bir yandan yazı sistemi ve ilgili bilgiler öğrenilirken, diğer yandan Tanrı ve inanç sistemi de öğretilmeye devam etmekteydi.
Başından itibaren eğitim sisteminin politik bir yönü hep olmuştu. Şefin yanında bazen de şefin kendisi olan büyücü, yazı sistemine geçilmesiyle birlikte rahip sınıfıyla birlikte sarayın yakınında yer almasını bilmiştir. Bu görevini kimi zaman şifacı, kimi zaman gökyüzünün habercisi olmuş, kimi zaman da mitler üreterek inanç sistemi üzerinden insanları köleliğe ikna etmiştir.
Tapınağın içerisinde başlayan eğitim sistemi uzunca yıllar bu konumunu korudu. Örneğin içinden Hipokrates’in çıktığı Asklepion’lar şifacılığın yapıldığı ve öğretildiği tapınaklardı:
“Hipokrates MÖ 460’ta Kos adasında saygın ataları Asklepios ve Asklepios’un oğlu Podaleiros’tan beri babadan oğula aktarılan tıbba kendilerini adamış ünlü Asklepiades ailesinde doğmuştur. Aslında Asklepios, tıp tanrısı olmadan önce, Homeros’un şiirleri döneminde hekim olan iki oğlu Makhaon ile Podaleiros’u Troia savaşına göndermeden önce Thesselia’da Trikke kentinin prensidir ve Kentauros ve Kherion’un yanında tıp öğrenir.”
Kaynak: Jacques Joanna, Caroline Magdelaine. Hipokrates Külliyatı. (Çev:Nur Nirven). Pinhan Yayınları, 2018: 8-9
“Bu Akademiya varlığını kesin olarak bildiğimiz ilk felsefe okulu, kadınlar da dâhil olmak üzere herkese açık olan ilk yüksek öğretim kurumu, ilk üniversitedir. Gerçi daha önce Pythagorasçılar da benzer okullar kurmuşlardı. Ancak onların okulları sadece Pythagorasçı tarikatın mensuplarına açık olan dini nitelikte cemaat okullarıydı.”
Kaynak: Ahmet Arslan. İlkçağ Felsefe Tarihi, Sofistlerden Platon’a. Cilt 2. İstanbul Bilgi Üniversitesi Yayınları, 2016: 181.
Eğitimin tapınaktan bağımsızlığını kazanması zaten dünyayı keşfetmeye hazırlanan insan için kaçınılmaz bir sondu. Batı coğrafyası, Yunan aydınlanmasıyla başlayan felsefeyi, Atina’da yaşanılan zirveye rağmen, Yeni Platoncu düşüncenin gölgesinde yeşeren Hristiyanlık dinine feda etmiş ve Akademinin sesini 529 yılında tamamen kapatarak, 1000 yıl sürecek kesin bir zafer kazanmıştır. Ancak bu zaferin bedeli zamanın Avrupa toplumu için ağır olmuştur. Bugün Ortaçağ olarak adlandırılan, siyasi olarak karmaşık, kültürel anlamda kısır, yaratıcılıktan yoksun bir dönem yaşanmıştır. Ancak bu coğrafyada insanlık kendi çelişkilerini sorgulamasını bilmiş ve bu keşmekeşin içinden çıkabilmiştir. Tapınağın eğitim, bilim ve düşünce üzerindeki hâkimiyeti geri dönüşümsüz olarak kırılmış; hatta tapınak eğitim ve bilimin konularından birisi haline gelebilmiştir. Bu dönüşümün sonucu da yine aynı coğrafyada yaşanmaktadır. Günümüzde Batı Avrupa bölgesinde dünyanın en iyi okulları ve yaşam standardı bulunmaktadır. Öyle ki ülkemiz de dâhil dünyanın birçok bölgesindeki genç insanlar eğitim almak ve yaşamak için bu bölgelere kaçmaya çalışmaktadırlar.
Tam bu esnada Arap çöllerinde İslamiyet dini ortaya çıktı. Peygamberin ölümünün üzerinden bir yüzyıl geçmeden doğuda Hindistan, batıda da İspanya’ya kadar ulaştı. Müslümanlar tapınakta yürüttükleri geleneksel eğitimi Bağdat ve Basra gibi kentlerde medreselerle taçlandırdılar. Emevi ve Abbasi dönemlerinde kurulan devletin ihtiyaçlarıyla da tıp, astronomi, simya gibi alanlar başta olmak üzere din dışı konularla da ilgilendiler. Çok geçmeden Yunan filozofları ile tanıştılar. Önceleri kendi dinlerini farklı gruplara karşı korumak için geliştirdikleri kelam ilmi felsefenin etkisiyle dini konuları tartışmaya açtı. Doğal olarak bu tartışmaların siyasi sonuçları oldu. Dönemin siyasi koşullarının etkisiyle tapınak, sarayı korumak için devreye girdi; felsefi düşüncenin önüne büyük duvarlar ördü. Roma coğrafyasındaki tapınağın baskısından kaçan ve doğuya ulaştırabilen felsefe, İslam coğrafyasında çöl sıcaklarının da etkisiyle yeşeremeden kurudu. Her ne kadar içinden hekim, astronom, filozof gibi değerler çıkarmış olsa da bu coğrafyada kurumsallaşabilen bir aydınlanmadan bahsetmemiz mümkün görünmemektedir. Tapınak yine kazanmıştır ve farklı sesleri duymak istememektedir…
Ülkemizde de felsefe ve bilim bu şartların etkisi altında gelişti. 600 yıllık geçmişi olan Osmanlı İmparatorluğu, önemli okullar açtı ve teknolojiye dayanan gelişmeleri sahiplendi fakat felsefeyi çok da ciddiye almadı. Açtığı okullar hep tapınağın bahçesinde yer aldı. Yüzyıllarca sınırlı sayıda insana önce dini bilgiler öğretildi, sonra gerek görülürse diğerleri… Öte yandan kurumsal olarak felsefenin okutulmasına hiçbir zaman izin verilmedi. Buna rağmen bireysel çabalar hep görüldü. Hekimlik okulları iyi hekimler yetiştirdi. Astronomi, matematik gibi alanlarla uğraşanlar vardı ancak uzun soluklu olamadı. Örneğin Takiyyuddin al-Raşid’in bin bir zahmetle kurduğu ve çok başarılı çalışmalar yaptığı İstanbul Rasathanesi, ulemanın dini bahanelerine kurban giderek devletin resmi donanması tarafından yok edildi. Tapınak yine devredeydi ve istemediği sesleri kesiyordu…
Medrese bu iki alan dışındaki hukuk ve teoloji gibi disiplinleri bırakmak istemedi. Çünkü bu iki mecra devletin yönetiminde söz sahibi olmanın kapısıydı. Bu nedenle Darülfünun ve İstanbul Üniversitesi’nin gelişimi 20.yüzyıla kadar uzadı. Kurumsal bir üniversitenin açılabilmesi için siyasi yapının değişmesine ve laik bir yönetim anlayışına ihtiyaç bulunmaktaydı. Bu da batılı anlayışla eğitim almış, bulunduğu çağla temas kurabilen askeri ve sivil bürokrasinin öncü olduğu bir Kurtuluş Savaşı sonucunda ortaya çıkabilmiştir…
Cumhuriyet’le birlikte Anadolu’da okullar artmaya başlamıştır. Başlarda bu artışta tapınağın çok da bir sözü olmamıştır. Köy Enstitüleri dönemi, köy çocuklarına içinde bulundukları coğrafyada yaşama becerisi yanında birçok sanatsal aktiviteyi kazandırma özelliği ile tarih sahnesindeki yerini şimdiden almıştır. Günümüzde bile kullandığımız çok geniş bir dünya literatürü çevrilerek dilimize kazandırılmıştır. Bu rüzgârın etkisiyle köylerde de okullar açılmıştır.
Adala Lisesi 1960’lı yıllarda ortaokul olarak açılmış, 1970’li yıllarda liseye dönüşmüştür. O güne kadar köyde çiftçilik dışında başka bir dünyanın olmadığını düşünen çocuklar eğitim olanağı bulmuştur. İşte benim annem ve okulun yıkılmaması için dava açan dayım bu okullarda okuyarak öğretmen olabilmişlerdir. Ben de onlar sayesinde üniversiteye ulaştım. Önce hekim sonra da öğretim üyesi olabilme şansına sahip nesillerden biriyim.
Cumhuriyet’in yapmaya çalıştığı bu değişim henüz kurumsal bir kimliğe kavuşama imkânına sahip olamadı. Tapınak çok gecikmeden sahneye çıktı... 1950’li yıllarla birlikte eğitimin laik yönü giderek budanmaya başladı. Bilim, felsefe, sanat ve spor gibi aktivitelere öncülük etmesi gereken liseler yerine din adamı okulları desteklenmeye başlandı. Eş zamanlı olarak ülkedeki tapınak hem sayısını hem de gücünü artırdı. Adala Lisesi’nin kapanmasına yol açan dönemde köye üç yeni tapınak daha yapıldı. Yani okul zayıflarken tapınak güçlendi. Bu durumun doğal sonuçları oldu. Adala gençler için tercih edilecek bir yer olmaktan çıktı. Okul zayıfladıkça gençler kaçmaya başladı; gençler kaçtıkça okul zayıfladı. Tüm bu süreç içinde kazanan hep tapınak oldu. Bölgenin en önemli gücü olan tarım sürekli olarak kan kaybetti. Ekonomik değerinin azalması süreci daha da hızlandırdı.
Peki, tüm bunlar ne anlam ifade ediyor ve neden önemli?
Okul uzunca bir süre tapınağın bahçesinde hapis kaldı. Doğal olarak bilgi kaynağı kütüphane de tapınağın bahçesindeydi. 19.yüzyıla kadar tapınağın bahçesine giremeyen hiçbir insanın bilgiye doğrudan erişimi mümkün olamadı. Kitapların çoğaltılması işlemi yine tapınak yazıcıları tarafından elle yapılıyordu; bu da insanlar için kitapları ulaşılamaz seviyeye koyuyordu. Beraberinde toplumların da gelişmesi tapınağın ve rahip sınıfının inisiyatifindeydi. Ta ki Batı Avrupa’da 500 yıl önce bu kısır döngü kırılana kadar…
Tapınağın eğitim üzerindeki etkisi bu kadar da önemli mi? Evet, çünkü;
Tapınak, okul sisteminin geçmişteki yüzünü
temsil ediyor; ortaçağdan sonra insanlığa yeni bir söz söylemesi mümkün olmadı.
Bunu görebilenler okulu tapınak bahçesinden çıkardılar. Çünkü okul eğitimin
günümüzdeki ve gelecekteki yüzünü oluşturuyordu.
Tapınak, doğayı hiç ciddiye almıyor; zaten gelip geçici olan bir dünyada doğa ile ilgilenmenin ne anlamı var? Günlük hayatta ihtiyacınız olanı öğrenin (hastaları tedavi edin, ibadet saatlerini hesaplayın, pazarda para hesabı yapın, bir de silah imal edin) yeter. Hatta doğanın çalışma ilkesi olan nedensellik kuramı dahi görmezden gelinebiliyor. Oysa okulun varlık amacı doğanın öğrenilmesi ve öğretilmesidir. İnsanlık bu sayede doğanın çalışma mekanizmasını çözerek, refah içinde yaşayabilmektedir.
Tapınağın tek derdi ölümden sonraki bilinmez yaşama olan teslimiyettir. Oysa okul yaşamla ve yaşamda kalabilmekle ilgilidir.
Tapınak topluma hayat için ritüeller dışında bir seçenek sunmaz. Okul ise sanatları, felsefeyi, bilimi ve sporu insanların önüne seçenek olarak sunar. Böylece hayatın açıklanmasıyla birlikte anlam kazanabilmesi için edebiyat, tiyatro, resim, müzik, sinema, spor gibi birçok güzellik insan tarafından yaratılabilir ve geleceğe teslim edilir.
Sonuç olarak Adala Lisesi’nin kapatılması ve köyde tapınağın artması görmezden gelinecek bir olay değildir. Bu olay tarihte daha önce yaşanmıştır. Şimdiye kadar tapınak mekânsal ve zamansal zaferler kazanmıştır. Ancak okul da bir şekilde yaşamayı başarabilmiştir. Tapınağın hâkim olduğu mekânlar kültürel anlamda çöle dönmüştür. Günümüzde okul sadece mekân değildir. Bir zamanlar matbaanın yaptığını, internet yapmaktadır. Dini akıl istediği kadar tapınak yapsın, genç insanların dünya ile entegre olması, bilime, sanata ve felsefeye ulaşması artık engellenemez. Belki Adala Mahallesi’nde bir süre okulu kapatır ve tapınağı hâkim hale getirirsiniz. Ancak gençleri tutamazsınız, zaten tutamıyorsunuz da. Orta ve uzun vadede Adala Mahallesi genç insanların yaşayamadığı bir kasabaya döner hepsi bu…
Tapınak, doğayı hiç ciddiye almıyor; zaten gelip geçici olan bir dünyada doğa ile ilgilenmenin ne anlamı var? Günlük hayatta ihtiyacınız olanı öğrenin (hastaları tedavi edin, ibadet saatlerini hesaplayın, pazarda para hesabı yapın, bir de silah imal edin) yeter. Hatta doğanın çalışma ilkesi olan nedensellik kuramı dahi görmezden gelinebiliyor. Oysa okulun varlık amacı doğanın öğrenilmesi ve öğretilmesidir. İnsanlık bu sayede doğanın çalışma mekanizmasını çözerek, refah içinde yaşayabilmektedir.
Tapınağın tek derdi ölümden sonraki bilinmez yaşama olan teslimiyettir. Oysa okul yaşamla ve yaşamda kalabilmekle ilgilidir.
Tapınak topluma hayat için ritüeller dışında bir seçenek sunmaz. Okul ise sanatları, felsefeyi, bilimi ve sporu insanların önüne seçenek olarak sunar. Böylece hayatın açıklanmasıyla birlikte anlam kazanabilmesi için edebiyat, tiyatro, resim, müzik, sinema, spor gibi birçok güzellik insan tarafından yaratılabilir ve geleceğe teslim edilir.
Sonuç olarak Adala Lisesi’nin kapatılması ve köyde tapınağın artması görmezden gelinecek bir olay değildir. Bu olay tarihte daha önce yaşanmıştır. Şimdiye kadar tapınak mekânsal ve zamansal zaferler kazanmıştır. Ancak okul da bir şekilde yaşamayı başarabilmiştir. Tapınağın hâkim olduğu mekânlar kültürel anlamda çöle dönmüştür. Günümüzde okul sadece mekân değildir. Bir zamanlar matbaanın yaptığını, internet yapmaktadır. Dini akıl istediği kadar tapınak yapsın, genç insanların dünya ile entegre olması, bilime, sanata ve felsefeye ulaşması artık engellenemez. Belki Adala Mahallesi’nde bir süre okulu kapatır ve tapınağı hâkim hale getirirsiniz. Ancak gençleri tutamazsınız, zaten tutamıyorsunuz da. Orta ve uzun vadede Adala Mahallesi genç insanların yaşayamadığı bir kasabaya döner hepsi bu…
Adala Mahallesi Gediz Nehri'nden bir görüntü - Coşkun Bakar - 28.06.2021
Adala Lisesi - https://sekal.meb.k12.tr/tema/index.php
Ahmet Arslan. İlkçağ Felsefe Tarihi, Sofistlerden Platon’a. Cilt 2. İstanbul Bilgi Üniversitesi Yayınları, 2016.
Jacques Le Goff. Ortaçağda Entelektüeller. (Çev:Mehmet Ali Kılıçbay) Ayrıntı Yayınları, İstanbul, 1994.
Jacques Joanna, Caroline Magdelaine. Hipokrates Külliyatı. (Çev:Nur Nirven). Pinhan Yayınları, İstanbul, 2018.
Ekmeleddin İhsanoğlu. Osmanlı Bilim Mirası, Mirasın oluşumu, gelişimi ve meseleleri. Cilt 1. Yapı Kredi Yayınları. İstanbul, 2015.
Mâbed, İslam Ansiklopedisi, https://islamansiklopedisi.org.tr/mabed
Mektep; İslam ansiklopedisi, https://islamansiklopedisi.org.tr/mektep
Samuel Noah Kramer. Sümer Mitolojisi. (Çev: Hamide Koyukan). Kabalcı Yayınevi, İstanbul, 1999.
T.C. Milli Eğitim Bakanlığı. Manisa-Salihli Adala Şehit Erdoğan Kayar Anadolu Lisesi.
https://sekal.meb.k12.tr/tema/index.php

Yorumlar
Yorum Gönder